Bir zamanlar Sulukule’de


Sulukule’de yüzlerinden gülümseme eksik olmayan Romanlar, hünerli ellerin çaldığı enstürmanlardan yükselen müziğe kıvrak danslarla eşlik eden kadınlar, sokakları dolduran çocukların kavga dövüş içinde duyulan sesleri yok artık. Yıkıldı, yıkılacak derken yaz sonu gelmeden, eski neşesinin yerini önce buram buram hüzün kokan enkaz yığınları ardından şimdilik dümdüz edilmiş boş araziler aldı. Kimsenin, ardında kamu yararı bulunduğunu iddia edemeyeceği adına “kentsel dönüşüm” denen bir “soylulaştırma” ya da rant projesi uğruna insandan, kültürden ve tarihten arındırılan bir semt, “Bir zamanlar Sulukule’de…” diye başlayacak anıların mahallesi oldu artık.

Haklarını yemeyelim. Evleri yıkılmasın, kültürleri yok edilmesin, karınları doymaya devam etsin diye çok uğraştı Romanlar ya da yaygın adlarıyla çingeneler. Azımsanmayacak bir destek de buldular. Sezen Aksu’dan Gogol Bordello’ya kadar kimler gelmedi ki yanından yöresinden geçenlerin burun kıvırarak kafasını çevirdiği o semte. Ama olmadı. Dünyanın bilinen ilk yerleşik çingene topluluğu Sulukuleliler 2 yıl içinde zorla tahliye edildi.

Sulukule’nin son günleri

Ulusal ve uluslararası basının haberlerine, Avrupa Parlamentosu’nun raporlarına, öğrencilerin tezlerine, belgesellere konu oldular. Öyle ki internetin en yaygın kullanılan arama motoru Google sayfasında “Sulukule” ve “yıkım” sözcüklerini bir arada yazdığımızda yaklaşık 400 bin sonuç çıkıyor ortaya. Bugüne kadar yapılanların iyisi vardı ya da kötüsü işe yarayanı ya da yaramayanı vardı. Ama içlerinden biri var ki tamamlandığında “Sulukule’de ne oldu? Yok edilen neydi?” sorularının yanıtını en iyi verecek olanlardan biri. Cem Madra’nın henüz tamamlanmamış bu yüzden de dek pek bilinmeyen belgeselinden bahsediyoruz. Madra’nın, “Sulukulenin son günleri” adını verdiği belgelesini diğerlerinden farklı kılan ise “içeriden” bir gözle yaşananları bize anlatması.

Bir tarihin nasıl yok edilebiliceğinin belgesi

Çünkü Madra, belgeseli yapmaya karar verdiğinde bir ev kiralayarak 6 ay boyunca Sulukule’de yaşamış. Yıkım kararı verildikten sonra geçen olayları, verilen mücadeleleri, hayal kırıklıklarını ve kaybedenin sadece Sulukuleliler olmadığını gösteren bütün süreci yakından ve birebir içeriden takip edip aktarıcı görevi üstlenen bir belgesel çıkmış ortaya. Belgeselin adına bakıp göreceğinizin sadece yok edilen bir kültürün son anlarına kamera doğrultulmuş bir tanıklık olduğu anlaşılmasın. Semtin yaşayanları için bir “felaketin” çevresinde dönen belgesele bir kültürün ve kepçe darbeleriyle bir tarihin nasıl yok edilebiliceğinin belgesi adeta.

Yarını düşünmezken gelecek korkusu duymak

Belgesel her mahallede olduğu gibi Sulukule’de de olan belli karakterlerin üzerinden ilerliyor; mahallenin bakkalı, amcası, delisi, çocuğu… Belgeselin bilgilendirip ahkam kesme amacı yok. Bilmeyen ya da kulaktan dolma bilgilere sahip kişiler için bir efsane halini alan çingene kültürünü yansıtmak gibi bir amaç da güdülmüş değil. Otantik özelliklere sahip bir İstanbul mahallesinin adım adım yok ediliş süreci, yaşanan tüm gerçekler herhangi bir kurgu olmadan izleyecek olanlara aktarılıyor. Madra da zaten en çok dikkat ettiğinin bu olduğunu, görüp tanık olduklarını izleyicinin de görmesini istediğini söylüyor. Sulukule’ye adım attığında en çok ve ilk dikkatini çekenin daha önce hiç görmediği bir yoksullukla karşılaşmak olduğunu söyleyen Madra, “Ama bunun temelinde ne olduğunu da aramadım. Evet Sulukule’de yaşayanlar bir günden daha ilerisini pek düşünmüyorlardı. Ama durum o kadar kötüydü ki, her an evlerinin yıkılabileceğinin ve sokakta kalabilceklerinin ve bir sonraki günü düşünmedikleri geleceklerinin olmadığının farkındaydılar. Çünkü biliyorlardı ki Sulukuleliler için evlerini kaybetmek aynı zamanda kültürlerini kaybetmek anlamına geliyordu” diyor.

Gidenler döndü

Mahalle yaşamının en önemli yanının dayanışma olduğunun altını çizen Madra tam da bu yüzden Taşoluk’ta çok katlı apartman dairelerine gitmek zorunda kalan ailelerin neredeyse tamamının Sulukule’ye olamasa bile Karagümrük ve Balat gibi etraftaki mahallelere geri döndüklerini anlatıyor:

“Sulukule’de hayat dışarıda geçiyor, sokaklarda, insanlar evde oturdukları zaman bile bahçelerinde ya da avlularında zaman geçiriyorlar. “Anakarnı” benzetmesi Sulukule ile birebir örtüşüyor. Orası dışarıdan gelenler için olmasa da kendileri için çok güvenli. Çocuklar oranın çocukları, herkes birbirini tanıyor. Aynı tastan çorbayı bölüşüylorlar. Parası yoksa da karnının doyacağını, bakkalından veresiye ekmeğini alacağını biliyor. Bu insanlardan nasıl bir apartman dairesinde oturmalarını bekleyebilirler ki? Belgeselin devamı Sulukule evlerinin yerine yapılacak binalar ve yaşayanları olacak. Böylece iki durum arasında ki tezatlığı göstererk söylemeye çalıştığımı daha iyi anlatabilmiş olacağım.”

Herkes dışarı itilmeden payını alır

Sulukule’de geçen hayatı anlatmak ise belki de konunun en zevkli kısmı ama maalesef Cem Madra çekimlerine başladığında o hepimizin bildiği neşeli Sulukule’den uzak bir ortamın içine girmiş. Ama Sulukuleliler ne kadar acı çekseler de eğlence içlerinde var bunu saklamayı hiçbir zaman beceremiyorlar. Ciddi bir konunun ortasında dahi herşeyi birkaç dakika için bile olsa bırakıp eğlenmeye, dans etmeye ve şarkı söylemeye hâlâ hazırlar. Tek fark bunun bu süreç içerisinde dozerlerin ve devlet memurlarının gölgesinde eskisi kadar sık yaşanamamış olması. Adına kentsel dönüşüm denilen projelerin sadece Sulukule’yle sınırlı olmadığını vurgulayan Madra, “Halkın en alt tabakası olan çingenelerle başlayan bu kent merkezinden yavaş yavaş sürülme hareketi giderek yaygınlaşacak. Kentin burjuvazisi ve aristokrasisi dışında kalan herkes de zamanla bu dışarı itilmeden paylarını alacak” diyor.

Sulukuleli olmayan direnişçi

Belgeselin içinde aslında Sulukule’den olmayan bir karakter de var: Hacer Foggo. Semtle ilgisi olmamasına rağmen Sulukule’nin yok edilmemesi için yürütülen mücadelede başı çeken ve “onlardan” biri olarak belgeselin belki de en ilginç karakterlerin biri haline dönüşen bir aktivist. Aynı zamanda Sulukule Plaformu Sözcüsü ve belki de medyanın ilgisini Sulukule’ye çekmek için en çok çalışan ve en başarılı olan isim. Belgeselin içinde kah yıkım görevlileriyle tartışırken, kah omuzunda yorgan döşek taşırken ya da Sulukulelileri örgütlemeye çalışırken görüyoruz. Sulukule’de ki yıkımların bu kadar tepki görmesinin en büyük sebeplerinden biri de hiç kuşkusuz Hacer Foggo ve Sulukule Platformu’nun yaptığı çalışmalar. Bu sayede yıkım sürecini yaklaşık 2 yıl erteletmeyi başardıklarını hatta UNESCO ve AB İlerleme Raporları’na Sulukule’yi sokmayı başardıklarını anlatıyor.

Foggo artık bazı üniversitelerde kentsel dönüşüm yada şehir planlama derslerinde Sulukule’nin ders olarak okutulduğundan bahsediyor. Özellikle okullarda tez olarak bu konu hakkında cok şey yazıldığını anlatıyor ama bunların hepsinin, yazılan haberlerin ve tezlerin, zamanla uçup gittiğinden bahsediyor. Bu belgesel sayesinde artık ellerinde daha kalıcı bir kaynak olacağının da altını çiziyor. Ancak gösterilen tüm bu çabalara ve çalışmalara rağmen sonuçta Sulukule’nin kentsel dönüşüm projesinden sağ çıkmayı başaramadığını kaybolan neşesinden ve dümdüz edilmiş sokaklarından çok net bir şekilde görülüyor. Neredeyse bin yıllık bir geçmişi olan tarihin ilk yerleşik Roman mahallesi de böylece içinde bulundurduğu, kendisine has dokusu ve güzellikleriyle birlikte tarihe karışmış oldu. İnsan ister istemez soruyor: “Acaba İstanbulun lüks ve eğitimli ve para sahibi olanların yaşadığı bölgelerde bu kentsel dönüşüm ve kentsel yenileme projeleri neden uygulanmıyor?”

Yazı:
Video
: Cem Madra

Dönmesine döndüler ama…

İstanbul’un tarihi merkezinden, 50 kilometre uzaktaki toplu konutlara gönderildiler. Değil ev taksidini, yakıt parasını bile ödeyemediler. Sulukule’den giden 437 haneden sadece 12’si Taşoluk’ta kaldı.

Tarihi kökeni Bizanslılara kadar uzanan Sulukule yaşayanları, ünlü ya da ünsüz destekçilerinin tüm karşı çıkışlarına rağmen yok edildi. Geçmişten günümüze uzanan kültürel dokusu ve eğlence anlayışı ile İstanbul’un önemli renklerinden birisi daha karartılınca Türkiye’nin utanç karnesine bir kırık not daha eklendi. Dünyanın bilinen ilk yerleşik çingene topluluğu kabul edilen Sulukuleliler evlerinin yıkılmasıyla mecburen “göçebe” çingeneler arasına katıldı. Adeta bir tecrit politikasının izlerini taşıyan bir uygulamayla doğup büyüdükleri, kendilerini var ettikleri mahallerinden olabildiğince uzağa, Taşoluk beldesine gönderildiler.

Giden döndü

Evlerini, iyisi ve kötüsüyle geçmişlerini “kentsel dönüşüm” adı altında yıkan Toplu Konut İdaresinin önlerine bir fırsatmış gibi sunduğu nihayetinde topu koca koca taş binalardan oluşan görece konforlu evlerde yaşayamadı Sulukuleliler. 437 aileydi Taşoluk’a sürüldüklerinde şimdi kalanlar parmakla sayılıyor artık. Sulukuleliler kendi evlerine olamasa da ait oldukları yere Karagümrük ve çevresine geri döndü. Dönmelerine “Taşoluk şehir merkezine çok uzak”, “Evlerin giderlerini karşılayamıyoruz”, “İşe gidip gelmekte zorlanıyoruz” gibi bahaneler sıralasalar da; dile getirilemeyenin kahvesinde oturulan, bakkalında veresiye defteri tutulan, bir tas çorbaya bir kaç kaşığın ortak olabildiği mahalle kültürü olduğunun farkında hepsi de.

Evler yitirildi kültürü kurtaralım

Bir dönem ellerinde fotoğraf makineleri, omuzlarında kameralarla dolaşan gazetecilerin, haberlerin de sürgünlüklerini değiştirememesinden mi bilinmez konuşmak istemiyor hiçbiri. Kameramızı gördükleri anda yıkık dökük binalar arasından “yeter artık bizi daha fazla haber yapmayın” sesleri yükseliyor. Konuşan yine bildik bir isim, mahallesinin yıkılmasına karşı en başından ve yılmadan karşı çıkıp sesini yükselten Sulukule Romanlar Derneği Başkanı Şükrü Pündük oluyor. Bu tarihi ve kültürü ortadan kaldırarak bir çözüm ürettiklerini düşünen siyasilerin aksine Pündük dernek çatısı altında kurulan Sulukule Roman Orkestrası, kadınlar için açılması planlanan dikiş nakış atölyeleri, bu atölyelerde üretilen roman kıyafetlerinin defilesi ve dünyaca ünlü müzisyenlerle yapılan ve yapılması planlanan yurtiçi ve yurtdışı konserleriyle beraber Taşoluk’a sürüldüktensonra geri dönen halkın maddi ve manevi yaralarını sarmaya çalışıyor.

Kentsel değil rantsal dönüşüm

Kentsel dönüşüm projesinin onaylanması ve yürülüğe konması ile beraber Sulukule’lilerin haklarını aramasındaki en önemli isim olan Şükrü Pündük yapılan imar planlarının aslında kentsel dönüşüm değil rantsal bir dönüşüm olduğunu iddiasında. Yaşadıkları sıkıntıların 1992 yılında başladığını belirten Pündük, “O dönemde İstanbul Emniyet Müdürü olan Sadettin Tantan ve Beyoğlu’nda görev aldığı süre içerisinde Kürtleri, tinercileri ve trvastileri bölgeden ‘temizleme’ konusunda nam salan ve Sulukule’de de ‘temizlik’ yapması amacıyla bölgeye atanan ‘Hortum’ lâkaplı emniyet amiri Süleyman Ulusoy’u bölgemize verdi. İlk iş çalıştırdığımız eğlence yerlerinin ruhsatsız olduğu gerekçesiyle kapatılması oldu. Sonrasında Fatih Belediye’si de eğlence yerlerinin vergilerini ödediğimiz halde kullanılan mekanları tarihi eser kapsamında sayarak ruhbat vermedi. Burada yaşayanlar için müzik, eğlence biterse ekonomik kriz de başlar ki öyle de oldu. Nihayetinde 1992 yılında tarihi eser dedikleri yerler 20 yıl daha eskidikten sonra kentsel dönüşüm projesiyle yıkılacak alan haline geldi. Bunun adı rantsal dönüşümdür” dedi.

İngiltere Kraliyet Filarmoni Orkestrası’yla konser

Sulukule halkının belediyenin kendilerini Taşoluk’a yerleştirmelerinden sonra mahalle kültürlerinin tamamen bittiğinden yakındığını belirten Pündük, daha önceden “at arabacılığı, müzisyenlik, esnaflık” gibi işi olanların da semtten gönderildikten sonra bunu kaybettiğini söylüyor. Geri dönüşlerin sebebinin de ekonomik sorunlarla bağlantılı olduğunu vurgulayan Pündük, “Bizim aylık kazancımız 500 TL. Taşoluk’ta yapılan evler merkezi ısıtma sistemi ile çalışıyor, sen evde olmasan da bunun ücretini yine ödemek zorundasın. Bir de bunlara yeme, içme ve yol masraflarıda eklenince gel sen çık işin içinden” diye konuştu.

Sulukule Romanlar Derneği’nin mahallelerini yıktırmamak için uğraştığını ancak bir çözüm bulamadığını belirten Pündük bundan böyle evlerinden olanların kültürleriyle kendilerini nasıl verdeceğinin kavgasına giriştiğini söylüyor. Hem ekonomik hem de sosyal bir ortam yaratacak projelerin hazırlığı içinde olduklarını belirten Pündük iş atölyeleri, roman kıyafetleri defilesi gibi projelerin içinde en heyecan verici olanının ise bir konser olduğunu söyledi. Pündük, Berlin Müzik Festivaline de davetli olan orkestranın İngiltere Kraliyet Filarmoni Orkestrası ile hem Türkiye’de hem de İngiltere’de konser vereceğini söyledi.

Altın kafese de koysalar…

Taşoluk’tan geri dönenler arasındaki müzisyen Ali Haşhaş ise, “Seni altın kafese koysan yine bir dal ararsın çünkü orası senin vatanın, ben orada 3 gün durdum hep kargalar gördüm hiç kanarya göremedim, onun için mecbur kaldık geri döndük. Burdaki insanların müzisyen olduklarını hesaplayamıyorlar. Müzisyen demek, tırnağından saçının teline kadar sahnede izlenir.Çaldıkları enstürmanlarla Türkiye Cumhuriyet’ini temsil ederler. Biz bu bölgede her zaman davulumuzla zurnamızla vardık bundan sonrada olacağız” diye ifade ediyor hissetiklerini.

 

Türkiye’nin konuştuğu klip

Son günlerde Türkiye’deki internet kullanıcıları arasında tam bir “Doğa için çal” çılgınlığı yaşanıyor. “Türkiye’deki doğa varlıklarının korunmasına yönelik bilincin, gelişmesine ve yayılmasına katkıda bulunmak” amacıyla kurulan www.agaclar.net sitesinin bir projesi olan “Doğa İçin Çal” (www.dogaicincal.com) yarattığı müzik mozaiği ile şu sıralar oldukça dikkat çekiyor.

Doğa İçin Çal projesinin ilk ürünü olan Divane Aşık gibi klibi organizasyonun resmi web sitesine yükleneli henüz bir bile ay olmasına rağmen Google’da “doğa için çal” araması yapıldığında listelenen sonuç sayısı 1 milyon 240 bine ulaşıyor.

Hasan Tunç’un daha önce Laço Tayfa, Erkan Ogur, Kazım Koyuncu, İsmail Hakkı Demircioğlu gibi sanatçılar tarafından yorumlanan “Divane Aşık Gibi” isimli eserini, Türkiye’nin çeşitli illerinde doğup, farklı müzik kültürleri ile yetişen 45 sanatçı yeniden yorumluyor. Yaklaşık 7 buçuk dakika süren parçaya çekilen video klip, şu sıralar sosyal tüm paylaşım platformlarında ve bloglarda büyük bir ilgi görüyor. Fırat Çavaş yönetiminde yapılan ve kolaj niteliği taşıyan “Doğa İçin Çal”, Dünya’nın içinde bulunduğu iklim değişiklikleri, buzulların erimesi, seller, taşkınlar ve bu gibi doğa olaylarına tamamen duyarsız kalan insanlara karşı, birlikten kuvvet doğar düşüncesiyle ortaya çıkan tepkisel bir proje.

Ekim ayı başında klibin internete yüklenmesinin ardından Osman Tan Erkır’ın Fox TV’deki Popstar Alaturka programında klibi yayınlamasıyla projeye yönelik ilgi patlamasının da fitili ateşlenmiş oldu. Klip yalnızca resmi web sitesi olan dogaicincal.com’da değil, Vimeo, İzlesene, Vidivodo ve YouTube gibi video paylaşım platformlarında da hatırı sayılır bir izleyici kitlesine ulaşıyor. Örneğin Youtube’da klip 37 ayrı kullanıcının sayfasından izlenebiliyor ve bu sayfalardaki toplam izlenme sayısı 120 bini aşıyor..

Projenin yönetmenliği yanında kurgu, düzenleme, kayıt ve miks işlemlerini de üstlenen ses tasarımcısı Fırat Çavaş, ticarî bir beklentisi olmadığını; amacın, var olan doğa derneklerine dikkat çekmek olduğunu ve projeye gösterilen ilginin bu amacı yerine getirdiğini belirtiyor.. Mayıs sonu başlanan projenin 5 aylık bir süreçte tamamlandığını belirten Çavaş, kameranın hobisi olduğunu ve şu an eğitim aldığını ancak proje sürecinde video konusunda bir eğitimi olmadan projeyi gerçekleştirdiğini anlatıyor. Videonun handycam’le çekildiğini ve çekim sırasında yaşanan en büyük zorluğun mekan bulmak olduğunu söyleyen Çavaş, kayıt konusunda doğallığı korumak için çok iyi bir mikrofon kullanmadığını ve bazı dış sesleri de kayda ekledikten sonra parçayı mastering için Barış Büyük’e devrettiğini belirtiyor.

Fırat Çavaş kimdir?
Fırat Çevaş 1978’de doğdu. 7 yaşında piyano çalmaya başladı ama lise yıllarında gitara yöneldi. Gitarla aynı anda başladığı Bas Gitar’dan kopamadı ve Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümünde Bas Gitar eğitimine başladı. 3’üncü ve 4’üncü sınıfta bölüm birincisi olarak 2003 yılında mezun oldu. Feridun Düzağaç, AF, Boomerang, Baybora, Burak Kut, Hülya Avşar ve bunlar gibi bir çok isime eşlik etti. Müzisyenliğin yanı sıra profesyonel olarak tonmayster ve post prodüksiyonla ilgileniyor ve amatör olarak video çekimleri ve montaj yapıyor.

 Dünyada ve özellikle Afrika’da müzik okulları açıp barışı ve kültürü ülkeler arasında yaymayı amaçlayan, çalışmanın yurt dışındaki örneği olan ve Whitney Kroenke Burditt tarafından yönetilen “Playing for Change” (www.playingforchange) Stand By Me (John Lennon), One Love (Bob Marley), No More Trouble (Bob Marley), Bring It On Home To Me (Sam Cooke) gibi parçaları proje kapsamında onlarca müzisyeni bir araya getirerek coverlamıştı. “Doğa İçin Çal” projesinin de yeni parçalarla devam edeceğini belirten Çavaş, “Divane Aşık Gibi” isimli esere çekilen videonun sadece bir başlangıç olduğunu söylüyor.

“Playing for Change” proje ekibinin bilgisi dahilinde desteklenen “Doğa İçin Çal” projesinin gördüğü büyük ilgi, insanların dikkatini doğaya çekmek ve insanların doğa olaylarına dair biraz daha bilinçlenebilmesini sağlamak için atılan adımın hedefi büyük ölçüde bulduğunu gösteriyor.

AB’ye iki soru

HaberVs*

Avrupa Birliği ve Türkiye İlişkilerinin Geleceği” paneli için bugün İstanbul’a gelen Avrupa Birliği üyesi altı ülkenin gazetecileri HaberVs’ye konuştu. Bu gazeteciler, Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu’nda bağlı bulundukları gazete ya da haber ajansı adına çalışan yada AB haberlerini yakından takip eden isimlerdi. İçlerinde sadece Die Zeit gazetesi muhabiri Michael Thumann daha önce Türkiye’de görev yapmıştı.

Muhabirlerimiz gazetecilere, panelde değinmedikleri iki konuda soru yöneltti. Bu sorulardan ilki, kendi ülkelerinde Türkiye’nin AB’ye girmesi konusunda kamuoyu desteği olup olmadığıydı. İkinci soru ise, 2004’te referandum sonrasında Kıbrıs sorunu hakkında görüşlerinin ne olduğuydu.

*Özge Erel-Erim Hüner-Berk Doğan-Mert Oynargül-Niso Esim-Berk Doğan







‘O ayakkabı’ Bilgi’deydi…

Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Dominique Strauss-Kahn, İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü’nde konferans verdiği salonda dinleyiciler arasındaki bir kişi tarafından ayakkabı fırlatılarak protesto edildi.

Protestocunun İstanbul’da Birgün gazetesi politika editörü Selçuk Özbek olduğu öğrenildi. Eskişehir Anadolu Üniversitesi öğrencisi Özbek’in aynı zamanda Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) üyesi olduğu ve eylemi Gençlik Muhalefeti adına gerçekleştirdiği belirtiliyor.

Başkan Dominique Strauss-Kahn, konferans sırasında konuşmasının ardından soruları yanıtlarken, Bir Öğrencinin soru sorduğu sırada bu öğrencinin bulunduğu bölümün arka tarafında oturan bir kişi bağırarak ayakkabısını Kahn’ın bulundugu sahneye fırlattı. Ayakkabı fırlatan kişinin salondan çıkarılması sırasında yanında bulunan bir başka kişi de pankart açmak istedi ancak bu girişim de güvenlik güçleri tarafından engellendi. Daha sonra pankart açmaya çalışan kişinin de aynı gazetede muhabir olarak çalışan Zeynep Çatalkaya olduğu öğrenildi. Olay sırasında salonda bulunan öğrencilerin IMF başkanını ve güvenlik güçlerini alkışla protesto ettikleri görüldü.

Protesto sonrasında Kahn, son soruyu da yanıtladı ve Konferansı bitirdi. Kahn’ın konferans salonundan dışarıya çıktığı sırada da bazı öğrenciler ayağa kalkarak, IMF ve hükümet aleyhinde slogan atarak Kahn’ı protesto etti. Protestonun ardından, Konferansın bitmesiyle salon boşaltılarak basın mensupları üniversiteden çıkarıldı. Ayakkabı fırlatan Selçuk Özbek ve pankart açmaya çalışan Zeynep Çatalkaya polis tarafından gözlem altına alındı. Olayın ardından IMF Başkanı Kahn’ın şikayetçi olmaması üzerine akşamüstü saatlerinde protestocu Selçuk Özbek serbest bırakıldı.

HaberVs / Arka sıralardan fırlatılan ve IMF Başkanını hedef alan bir spor ayakkabısı, soru soran öğrencinin kafasına çarparak sahneye düştü; Strauss-Kahn’a isabet etmedi.

IMF başkanına yapılan ayakkabılı protestonun hiç bir yerde yayınlanmayan görüntülerini yandaki video penceresinden izleyebilirsiniz.

Kahn Bilgi Üniversitesi’nde neler anlattı

‘Krizden çıktık’ diyebilmek için henüz erken

Strauss-Kahn İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada küresel krizin bittiğini ancak zafer ilan etmek için de çok erken olduğunu belirterek şunları anlattı:
”Zafer ilan etmek için çok erken. Ancak, işler daha iyiye gidiyor. Türkiye gibi bir ülkede belki daha bir yıl gibi bir süre devam edecek. İyileşme konusunda tamamıyla emin olamazsınız. Önümüzdeki 12 ay içinde, İşsizlik evet, artık azalıyor diyebildiğimizde krizin bittiğini söyleyebiliriz. Bazıları düşüşten, dibe vuruştan söz ediyor. Bu IMF’nin senaryosu değil ancak elbette mümkün. Dolayısıyla yeniden kriz sürecine geri dönme riski de hâlâ mevcut. Bunun iki nedeni var; Bunlardan ilki, daha önce söylediklerinin tam tersini yapmak, yani zafer ilan etmek… Kriz boyunca yapılanları, örneğin Merkez Bankaları için ya da merkezi hükümetler açısından mali kuralların yerleştirilmesi gibi konularda bu politikaların terk edilmesi durumunda böyle bir likidite riski olacak. İkinci olarak, krizden çıkış stratejisine 6 ay ya da 12 ay sonra ‘artık para politikalarında değişikliğe gidebiliriz’ demek … Bugün henüz o gün değil. Bugün çok erken ve eğer hükümetler krizden çıkıldığını düşünerek o kararlarını çok erken verirlerse, o zaman evet, bir dibe iniş, bir vuruş söz konusu olacaktır.”

David Kohen

Çekim için ses kontrolü yapıyoruz. O, daha biz söylemeden ne yaptığımızı fark ediyor ve mikrofona konuşmaya başlıyor. Sesi, kameranın üzerindeki “volume metre”de son derece gür ve net şekilde beliriyor.

“Sesiniz çok iyi” diyorum.
“Benim sesim yaşıma uygun değil” diye cevaplıyor, “telefonda benle konuşanlar karşılaşınca çok şaşırıyor. Çünkü olduğumdan çok daha genç olduğumu sanıyorlar.”

1924 doğumlu. 60 yıllık sigortacı. Türkiye’de faaliyet gösteren en eski firmalardan birinin sahibi. 19. yüzyılın sonlarında, kendisiyle aynı ismi taşıyan dedesi David Kohen’in Selanik’te başladığı bu mesleği ailesinin üçüncü kuşağı olarak yürütüyor. Eskisi kadar çalışmasa da her gün saat 08:30’da, Maslak’taki plazalardan birindeki bürosunda oluyor. İşleri yürüten “dördüncü kuşağa” yardımcı oluyor.

Kohen, ilerleyen yaşına rağmen bulunduğu sektörün sorunlarına kafa yoran ve bunu yaparken geride bıraktığı 60 yılın deneyiminden yararlanan biri, belki de tek isim. Hatip ve nüktedan. Bu nedenle onu sigortacıların kendi içinde gerçekleştirdiği hemen her toplantıda kürsüde ya da genel müdürlerin masasında görebilirsiniz. (Ama 86 yaşındaki Kohen’in “kadın nüfusunun azlığı” nedeniyle bu masayı beğenmediği de olur!)

Kohen’in genç meslektaşlarına aktardıkları sadece sektörün gidişatıyla ilgili gözlemleri değil. Deneyimli işadamı aynı zamanda “Türkiye’nin Wall Street”i olarak tanımladığı ve geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında ülkedeki finans piyasasının merkezi konumundaki Bankalar Caddesi’ni en iyi bilen isimlerden. Mesleğinin, ülkemizdeki yakın tarihinin yakın tanığı. Beş yıl önce katıldığı bir toplantıda konuşma yapan bir yöneticinin, Türkiye’de erken dönem sigortacılığı hakkında yanlış bilgiler verdiğini görmesi üzerine “anlatmanın zamanı geldi” diye düşünüyor. “Gerçekten bilmiyorlar” diyor, “çünkü bizim sigortacılık tarihimiz gerçek anlamda yazılmadı.” Ve genç meslektaşlarını Bankalar Caddesi’ne götürüp, bina bina dolaştırıyor. Kohen bu caddedeki, sigorta ve finans şirketlerinin bulunduğu ünlü Union Han’da 1948’den 1999’a kadar çalışmış. O yıl, kızı ve damadının da yönetici olduğu şirketini finansın yeni merkezi Maslak’ta bir plaza taşımış. Türkiye’de mesleğini, en azından sigortacılığı, sektörün emekle döneminden başlayarak devasa plazalara taşındığı günlere kadar sürdüren bir başka isim olduğu konusunda şüpheliyim.

Gelgelelim Kohen’in mesleğinin tarihine ilgisi sadece bilgi edinmekle sınırlı değil. Uzun yıllardır sigorta belgeleri ve görselleri topluyor. Bunca parçayı nereden topladınız sorusunu yine soruyla cevaplıyor: “Koleksiyoncu malını nerden temin eder? Sağdan, soldan, sabırla müzayedelerden, bazı evlerin satışlarından…”

İşte Kohen’in sağdan soldan sabırla topladığı koleksiyonunun bir bölümü (yaklaşık üçte biri) geçtiğimiz aylarda Bankalar Caddesi’ndeki Osmanlı Bankası Müzesi’nde bir sergiye konu oldu. “Mal Canın Yongasıdır” ismini taşıyan sergi, Türkiye topraklarındaki sigortacılığın Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki günlerini canlandırıyordu.

Türkiye’nin belki de en yaşlı sigortacısı olarak Kohen’in kaygıları sadece geçmişi belgelemekle ilgili değil. “Bugün Türk ekonomisinin, dünyanın ilk 15. büyük ekonomisi olarak anılıyor” diyor. “Oysa sigortacılığımız 40. sırada bile değil. Aradaki büyük uçurumu kapatabilecek güçte olmamıza rağmen temel hatalar yaptığımıza inanıyorum” diye ekliyor. Umuyorum ki David Kohen Türk sigortacılığının, onun arzu ettiği yere geldiğini de görebilecek.


Haber:
Kurgu: Ertan Önsel-İşvecan Özen
Kamera: Gökhan Tünay

Karadeniz, sel ve otoban…

sayfasını ziyaret edebilirler.

Doğayı katleden proje

Yaklaşık 4.2 milyar dolara mal olan 542 kilometrelik Karadeniz sahil yolunda, 27 kilometre uzunluğunda 263 adet köprü, 41 kilometre uzunluğunda 12 adet tek tüp tünel, 18.5 kilometre uzunluğunda 20 adet çift tüp tünel yer alıyor. Karadeniz sahil yolu, Samsun’dan Sarp’a kadar, 6 il, 63 ilçe, 17 bucak merkezi, 9 liman, 2 havaalanı ve bir çok yerleşim birimine uzanıyor.

Öte yandan proje büyük bir sahil şeridinde GAP topraklarından daha büyük bir alanın kayalarla doldurulmasına neden oldu. Karadeniz yapısı itibariyle kapalı bir sisteme sahip olduğu için kıyıdan açığa doğru gidildikten çok kısa bir mesafe sonra denizdeki canlı varlığı oldukça azalıyor. Bu nedenle proje doğal ortamları kıyılarla sınırlı canlılar için büyük bir tehdit oluşturuyor.

Bu korkunç düzeydeki tahribata karşılık yapılan yol ve yapılan masrafların boşa gitme ihtimali de var. Zira yolun azgın Karadeniz sularına dayanamayacağı, çelikten de yapılsa alttan çökeceği söyleniyor. Projeye karşı çıkanlar, yolu içerden geçirerek kıyı şeridine zarar vermeden tüneller açarak bir güney projesi oluşturmak gerektiğinden söz ediyorlar. İşte “Son Kumsal” belgeseli de Karadeniz halkına bu seçeneği hatırlatmak ve “sahiline sahip çık!” mesajı vermek için Aydın Kudu ve Rüya Arzu Köksal tarafından çekilmiş…

Nihat Kahveci yeniden!

HaberVs

Son bir kaç haftadır spor kamuoyunu meşgul eden Nihat Kahveci transferinin gerçekleştiği Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören tarafından açıklandı. Beşiktaş’ın Nihat için Villarreal Kulübü’ne 4,5 milyon Euro bonservis bedeli ödeyeceği öğrenilirken, Nihat’ın alacağı ücret konusunda bir açıklama yapılmadı. Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören iki kulübün daha önceden anlaştığını belirterek , “Nihat Kahveci Beşiktaş camiasına hayırlı olsun.Nihat bundan sonra Beşiktaş’ın başarısı için ter dökecek” açıklamasını yaptı.

Habervesaire bundan tam bir yıl önce Nihat Kahveci’yi kulübü Villareal’in bulunduğu Valencia’nın 170 bin nüfuslu Castellon kentinde ziyaret etmiş ve uzun bir söyleşi yapmıştı. Bilge Egemen‘in gerçekleştirdiği söyleşide Kahveci futbola İspanya’da devam etmek istediğini, Türkiye’ye dönmeye pek de niyetli olmadığını anlatmıştı. Eğer bir gün Türkiye’ye dönerse de top koşturacağı kulübün Beşiktaş olacağını söylemişti. Nihat Kahveci Türkiye’ye dönmeye, düşündüğünden erken karar verdi. İşte Nihat’ın Villareal’deki hayatı ve Türkiye’deki futbol dünyası üzerine düşünceleri…

Oyun içinde çocuk hakkı


İstanbul Bilgi Üniversitesi Çocuk Çalışmaları Bölümü tarafından hazırlanan Söz Küçüğün Kutu Oyunu, 10-15 yaş arası ilköğretim çağındaki çocukların insan haklarını oynayarak öğrenmelerini hedefliyor. Monopol isimli oyundan esinlenerek tasarlanan Söz Küçüğün Kutu Oyunu, öğretmen, pedagog, oyun tasarımcısı ve sivil toplum kuruluşu üyesi gibi farklı alanlarda çalışan bir ekiple birlikte hazırlandı. Eyüp ve çevre ilçelerdeki okullarda oynanmaya başlanan oyun, İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyeleri tarafından da ilgiyle karşılandı.

Tanıtımı Santralistanbul’da gerçekleştirilen oyun dış ve iç olmak üzere iki parkurdan oluşuyor. Hak savunuculuğu ve hak ihlallerine dayalı sorunlar karşısında çocuklara, “Ne söylersin?” ve “Ne yaparsın?” soruları yöneltiliyor. Oyunun tasarımcılarından Gülesin Nemutlu, çocuk haklarıyla ilgili bir oyun hazırlamanın çok zevkli, fakat çok da zor olduğunu söylüyor. Özellikle ekip olarak, “Çocuk hakları çocuklara mı, yoksa yetişkinlere mi öğretilmeli?” sorusu üzerine hâlâ tartıştıklarını sözlerine ekliyor.

Oyunu oynayan öğrencilerin aileleriyle de bir takım atölye çalışmaları yapan Çocuk Çalışmaları Birimi, oyunun daha da geliştirilerek tüm ilköğretim okullarında oynanmasını hedefliyor.

Haber: Mine Savaş
Kamera-Kurgu: Ertan Önsel

50 yıllık TV yıldızı: Küresel ısınma


Yine 5 Haziran Dünya Çevre Günü geldi çattı. Çevre dendiğinde herkesin ağzından çıkan iki kelimeden biri olan ‘’küresel ısınma’’, son yılların en büyük sorunu. Buzulların eriyeceği ve suların yükseleceği ihtimali, bir gölge gibi peşimizde dolaşıyor. Peki küresel ısınmanın, 50 yıldır televizyonlarda konuşulan bir gerçek olduğunu kim biliyor?

Yapımcılığını Frank Capra’nın üstlendiği ‘’Unchained Goddess’’ adlı belgesel, 1958 yılında ABD’deki TV kanallarında bu konunun konuşulduğunu gösteriyor. Yönetmenliğini William T. Hurtz ile Frank Capra’nın paylaştığı 12 Şubat 1958’de yayınlanan belgeselde, Dr. Frank C. Baxter’ın anlatımıyla küresel ısınma konusundaki neden sonuç ilişkisi, izleyiciye aktarılıyor.
Baxter, “Mevcut bilgimizle, zamanla neler olabileceği hakkında bir fikir üretemiyoruz. Şu an bile insanoğlu, uygarlığının atık ürünleriyle istemeden de olsa dünyanın iklimini değiştiriyor olabilir. Havanın, güneşin sıcaklığını emmesine neden olan fabrika ve otomobillerimizin atıkları dolayısıyla her yıl bir milyar ton karbondioksit yüzünden atmosferimizin sıcaklığı artıyor” sözleriyle küresel ısınmanın olumsuz sonuçlar doğuracağını 50 yıl önce anlatıyor.

Dr Baxter’a eşlik eden Amerikalı aktör Richard Carlson’ın anlatılanlara karşı sorduğu “Atmosferin ısınması kötü mü?” sorusu filmin en can alıcı bölümü. Çünkü o zamanlar bu etki kötü bir durum olarak algılanılmıyor. Bu soru üzerine Dr. Baxter çareyi yapılan ölçümleri söylemekte buluyor; Yeryüzü sıcaklığındaki bir kaç derecelik artışın buzulları eriteceğini ve Mississipi Vadisi’nin bir iç denize dönüşeceğini söylüyor.

Dr. Baxter hiç kuşkusuz televizyonda dile getirdiği bu bilgileri, o ana kadar yapılan bilimsel araştırma sonuçlarından ve konuyla ilgili makalelerden aktarıyor. Bir başka deyişle bundan 50 yıl önce ilk kez Dr. Baxter tarafından televizyonlarda dile getirilen küresel ısınma tehlikesiyle ilgili bilimsel çalışmalar aslında çok daha eskiye dayanıyor. Ancak asıl ilginç olan, popüler kültürde 50 yıldır konuşulan küresel ısınma konusuyla ilgili 50 yıl sonra hâlâ ciddi bir adım atılmamış olması…

Dr. Baxter televizyonun bilimsel ikonu

Dr. Frank C. Baxter, Amerikalıların hayran olduğu bir televizyon yıldızı ve eğitmen. Aynı zamanda Southern California Üniversitesi’nde ingilizce profesörü. Dr. Baxter, içlerinde Unchained Goddess’ın da bulunduğu sekiz eğitici filmden oluşan “Bell Laboratory Science Series” adlı televizyon serisinin Dr. Research adlı karakter sayesinde Amerika’nın yıldızı haline geliyor. Dr. Baxter, bu sekiz filmde de baş karakter, anlatıcı ve eğitmen. Ne kadar ilginçtir ki bilim adamı olmamasına rağmen bir bilimsel ikon haline geliyor.

“Bell Science Series” için çekilen belgesel filmler, 1950’lerin sonlarına doğru televizyon için üretildi ve 1960-1980 yılları arası okullarda vazgeçilmez bir öğe haline geldi. Filmlerde bilimsel bilgiler, aktörler ve animasyon birleştirilerek; canlı, eğlenceli ve yalın bir anlatım esas alınmış. Çekilen diğer başlıca filmler ise; “Our Mr. Sun” (1956) , “Hemo the Magnificent” (1957), “Gate to the Mind” (1958) ve “The Alphabet Conspiracy” (1959).