Hayatımızın her alanına bir lütuf gibi giren teknoloji başımıza bela da olabiliyor. Akıllı telefonlarla ya da mobil cihazlarla internete sürekli bağlıyız ama bu cihazlar elimizden alındığında kendimizi bir nevi kaybolmuş hissediyoruz. İşte, İngilizce “NO MObile PHone PhoBIA” kelimelerinden türetilen nomofobia (nomofobi), hastalık seviyesine eren bu korku ya da endişeyi tanımlıyor: Telefonsuz yada telefonunuz olsa bile, internet bağlantısından kopma korkusunu.
31 Ekim’de HaberVs canlı yayınına katılan İstanbul Aydın Üniversitesi Psikoloji bölümü başkanı Engin Eker, mobil cihazlar aracılığıyla yaşadığımız bağımlılığı ve olası sorunlarını şöyle anlatıyor:
“Muhtemelen hepimiz, her istediğimizi her zaman verebilecek, ölmeyen devasa bir anneye, bir anne memesine wi-fi kanallarıyla bağlıyız. Görünmeyen plesantalarla annemiz bizi sürekli besliyor. İnternet dediğimiz şey bu. Onun yokluğunu görmeden bu konuda düşünmek çok zor. Daha fazla çalışma yapılması gerekiyor ki internetin insan hayatında yerleştiği yeri anlayabilelim. Teknolojik her gelişmenin insan ilişkilerine yerleştiği bir aralık var ve o aralıkta yayılıyor. Cep telefonları, ilişkilerde bir şeyler aksadığı için mi araya giriyor yoksa cep telefonlarının varlığı yüzünden mi ilişkiler çatlıyor? Bunu anlamak için daha fazla çalışmaya ihtiyacımız var. Ancak görünen o ki bizim kendi kendimize yapabildiğimiz kimi şeyleri cep telefonlarına devrediyoruz, kimi işlevleri bizim yerimize yapar hale geliyor. Bu soyut bir durum ve yolun tersine gitmekte olduğunu gösteriyor. Çünkü soyuttan somuta gitmememiz lazım. Somuttan soyuta, bedenden düşünceye, hareketten düşünceye gitmemiz gerekir. Bu yüzden sıkıntılı buluyoruz. Özellikle yeni nesil, telefonlar olmadan ilişki kuramıyor, ders çalışamıyor, yaşayamıyor ve ondan uzak kaldıklarında büyük sıkıntılar yaşanabiliyor.”
Bağımlık belirtileri: Tolerans ve yoksunluk
Cep telefonu kullanımı ne zaman patolojik (hastalık) olarak değerlendiriliyor?
Engin Eker bir kullanımın bağımlılık seviyesinde değerlendirilebilmesi için başvuralan iki kritere dikkat çekiyor: Tolerans ve yoksunluk.
Bilgisayarda oyun oynarken ya da cep telefonununda geçirilen sürede elde ettiğimiz bir keyif, bir haz var. “Tolerans, aynı hazza ulaşabilmek için harcadığınız süre ve efor “diyor Engin Eker. “Aynı haz seviyesine ulaşabilmek için insanların daha fazla telefon, ya da daha madde ya bilgisayarda daha fazla oyun oynamak zorunda kalmanız demek. Bağımlılık yaratan kimyasallar da, bilgisayar oyunları da cep telefonu da insan organizmasına yabancı maddeler. Ancak kullanım arttıkça beynimizdeki neronlar aynı uyarım seviyesini sağlayamıyor. Bu nedenle, zarar görmemize rağmen her defasında daha fazlasına ihtiyaç duyuyoruz.”
Yoksunluk ise bağımlılık yaratan etkinliği (cep telefonu kullanımı, bilgisayar oyunları, madde kullanımı, vs) yaparken hissettiğimiz olumlu duygulanımlardan uzak kalma durumu. Yani bu etkinlikleri yaparken sahip olduğunuz olumlu duyguların tersi bunlardan uzak kaldığımızda çıkıyor. Örneğin cep telefonuyla ya da internetle iç içe olmak sizi çok rahatlatıyorsa, bunların olmaması durumu sizi yoksunluk belirtisi olarak gergin, huzursuz hatta öfkeli birine dönüştürebilir.
Engin Eker’e göre bu iki belirtinin hangi seviyede olduğu, bağımlılığın olup olmadığını tespit etme noktasında fazlasıyla işe yarıyor.
Cep telefonu: Uzuv
Programa katılan İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim görevlisi Tüge Gülşen, “cep telefonu/sosyal medya kullanımının yüz yüze iletişime etkileri” üzerine yürüttüğü tez çalışması için yaptığı bire bir görüşmelerde, cep telefonunu bir uzvu olarak tanımlayan insanlarla karşılaştığını söylüyor. Engin Eker bu vakayı şöyle açıklıyor: “Siz kolunuzu bahçede bırakıp uyumazsınız, ‘bacağım teyzemlerde kalsın’ diyemezsiniz. Beden kimliği diye bir şey var. Sahip olduğumuz şeyler, örneğin cep telefonu da ‘genişletilmiş kimliğimize‘ dahil. Onu da orjinalite çuvalımıza attığımız için böyle bir özelliği var.”
Gülşen en çok gözlemlenen eğilimlerden birinin, otururken telefonu masa üzerinde bulundurmak olduğunu söylüyor. Araştırmaya katılanlar bu eğilimi “her an ulaşılabilir ve ulaşabilir olmak” ile açıklıyorlar. Araştırmanın ortaya koyduğu bulgulardan bir diğeri de cep telefonlarıyla sürekli temas halinde olmanın güvende hissettirmesi. Katılımcılar telefonla ilişkilerini “bağımlılık” yerine “alışkanlık” kelimesiyle ifade etmeyi tercih ediyorlar. Gülşen’e göre bu, durumu yuşatmak için için yapılan bir tercih.
“Düşünme yeteneğimiz elimizden alınıyor gibi…”
Araç sürerken cep telefonu kullanırsanız kaza yapabilirsiniz, derslerde elinizden düşürmezseniz başarısız olabilirsiniz. Ancak Engin Eker’in daha büyük bir kaygısı var:
“Temel olarak düşünme yeteneğimizi elimizden alan bir şeye dönüşmeye başlıyor gibi” diyor psikolog: “Günün her saatinde, her sorumuza cevap veren internet var, bir anne gibi besleyen bir kaynak var. Düşünme yeteneği doyurucu bir kaynağın, Freud’un da söylediği gibi annenin yok olmasıyla ortaya çıkar. ‘Anne’ beklediğimizde orada olmamalı ki biz onun yerine sembolik bir şey koyabilelim. Düşünme yeteneğimizi ortaya çıkaran budur. Bebek ne zaman düşünür? Annenin fiziksel ve duygusal olarak yokluğuyla ortaya çıkabilecek bir şey. Ama bu durumu hiç yaşamıyorsunuz. Çünkü sosyal medya alanlarında her an size istediğinizi verebilecek bir kaynak var. Düşünmenize gerek yok o zaman! Çünkü kaybetmiyorsunuz. Bence daha büyük şeyler için kaygılanmalıyız.”
Telefon kullanımı sınırlanmalı mı?
Engin Eker’e göre, zarar verdiği gözlemlendiği durumlarda cep telefonu kullanımına sınır koyulmasının fayda sağladığı bir gerçek. Özellikle sosyal ilişkilerde yaşanan kayıp çocuklar için telafisi daha zor bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Ancak sınırlamanın tek taraflı olarak ebeveyn tarafından dayatılmaması gerektiğini, çocuklar ve gençlerle ortaklaşa verilmesi gereken karar olduğunun altını çiziyor.