HZİ Vakfı’nın kobayları

Nokta Dergisi’nin 24 Mart 1985 tarihli sayısında yer alan HZİ Vakfı’nın insan kobaylar üstünde yaptığı deneylerle ilgili Güldal KIZILDEMiR ve Semra SOMERSAN imzalı haberini aşağıda PDF sayfası olarak bulabilirsiniz. Nokta Dergisi 24 Mart 1985, Haber Spotu: HZi Vakfl’nın ilaç araştırmalarında kullandığı “insan kobay/ar”ın büyük bir bölümünü Vakıf Yönetim Kurulu Başkanı Muazzez İlmiye Çığ’ın, 33 yıl … Devamını oku

Yalın üretim bir çözüm değildir!

Matt Vidal’in yalın üretimi, işçilerin güçlendirilmesi ve katılımı için olanaklar sağlayan tarafsız bir teknoloji olarak çerçevelemesi yanlıştır. Yalın üretim, kapitalist işverenlerin maliyet azaltma kapasitelerini, saplantılı ve rekabetçi bir yoğunlaştırılmış çalışma rejimi aracılığıyla destekleyen bir üretim sistemidir. Bu haliyle işçileri birbirleriyle rekabet etmeye teşvik etmekte ve işverenlere olan bağımlılıklarını arttırmaktadır.

Avrupa da Türk ve Kürt uyuşturucu çetelerinin savaşı büyüyor

Üç ay süren kanlı saldırılar Mayıs ayında Barselona sokaklarında başladı. Popüler bir sahil mahallesinde öğle yemeği yiyen bir adam, bir telefon aldıktan sonra yemek yiyen arkadaşlarından uzaklaştı. Kısa bir süre sonra olay yerinden kaçan bir suikastçı tarafından vurularak öldürüldü. Üç hafta sonra, Londra’da bir restorana düzenlenen silahlı saldırıda üç kişi yaralanmış ve dokuz yaşındaki bir … Devamını oku

Üniversitede ‘gözetimli sınav’ tartışması

İstanbul Bilgi Üniversitesi öğrencileri, kamera ve mikrofon açık sınav yapma kararına Kişisel Verileri Koruma Kanunu’nu ihlal ettiği gerekçesiyle itiraz ederken, uzman hukukçular aynı görüşte değil.

Haliç’te yunus esareti devam ediyor

Eski Başkan Kadir Topbaş’ın 2013’te kapatılacağını söylediği Haliç’teki yunus gösteri merkezi, faaliyetine İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin adını kullanarak devam ediyor. Sözleşmenin Ekrem İmamoğlu döneminden önce yapıldığını belirten İBB ise konuyu takip ettiklerini söylüyor.

Nomofobi, ya da cep telefonu bağımlılığı

Hayatımızın her alanına bir lütuf gibi giren teknoloji başımıza bela da olabiliyor. Akıllı telefonlarla ya da mobil cihazlarla internete sürekli bağlıyız ama bu cihazlar elimizden alındığında kendimizi bir nevi kaybolmuş hissediyoruz. İşte, İngilizce “NO MObile PHone PhoBIA” kelimelerinden türetilen nomofobia (nomofobi), hastalık seviyesine eren bu korku ya da endişeyi tanımlıyor:  Telefonsuz yada telefonunuz olsa bile, internet bağlantısından kopma korkusunu.

31 Ekim’de HaberVs canlı yayınına katılan İstanbul Aydın Üniversitesi Psikoloji bölümü başkanı Engin Eker, mobil cihazlar aracılığıyla yaşadığımız bağımlılığı ve olası sorunlarını şöyle anlatıyor:

“Muhtemelen hepimiz, her istediğimizi her zaman verebilecek, ölmeyen devasa bir anneye, bir anne memesine wi-fi kanallarıyla bağlıyız. Görünmeyen plesantalarla annemiz bizi sürekli besliyor. İnternet dediğimiz şey bu. Onun yokluğunu görmeden bu konuda düşünmek çok zor. Daha fazla çalışma yapılması gerekiyor ki internetin insan hayatında yerleştiği yeri anlayabilelim. Teknolojik her gelişmenin insan ilişkilerine yerleştiği bir aralık var ve o aralıkta yayılıyor. Cep telefonları, ilişkilerde bir şeyler aksadığı için mi araya giriyor yoksa cep telefonlarının varlığı yüzünden mi ilişkiler çatlıyor? Bunu anlamak için daha fazla çalışmaya ihtiyacımız var. Ancak görünen o ki bizim kendi kendimize yapabildiğimiz kimi şeyleri cep telefonlarına devrediyoruz, kimi işlevleri bizim yerimize yapar hale geliyor. Bu soyut bir durum ve yolun tersine gitmekte olduğunu gösteriyor. Çünkü soyuttan somuta gitmememiz lazım. Somuttan soyuta, bedenden düşünceye, hareketten düşünceye gitmemiz gerekir. Bu yüzden sıkıntılı buluyoruz. Özellikle yeni nesil, telefonlar olmadan ilişki kuramıyor, ders çalışamıyor, yaşayamıyor ve ondan uzak kaldıklarında büyük sıkıntılar yaşanabiliyor.”

Bağımlık belirtileri: Tolerans ve yoksunluk

Cep telefonu kullanımı ne zaman patolojik (hastalık) olarak değerlendiriliyor?

Engin Eker bir kullanımın bağımlılık seviyesinde değerlendirilebilmesi için başvuralan iki kritere dikkat çekiyor: Tolerans ve yoksunluk. 

Bilgisayarda oyun oynarken ya da cep telefonununda geçirilen sürede elde ettiğimiz bir keyif, bir haz var. “Tolerans, aynı hazza ulaşabilmek için harcadığınız süre ve efor “diyor Engin Eker. “Aynı haz seviyesine ulaşabilmek için insanların daha fazla telefon, ya da daha madde ya bilgisayarda daha fazla oyun oynamak zorunda kalmanız demek. Bağımlılık yaratan kimyasallar da, bilgisayar oyunları da cep telefonu da insan organizmasına yabancı maddeler. Ancak kullanım arttıkça beynimizdeki neronlar aynı uyarım seviyesini sağlayamıyor. Bu nedenle, zarar görmemize rağmen her defasında daha fazlasına ihtiyaç duyuyoruz.”

Yoksunluk ise bağımlılık yaratan etkinliği (cep telefonu kullanımı, bilgisayar oyunları, madde kullanımı, vs) yaparken hissettiğimiz olumlu duygulanımlardan uzak kalma durumu. Yani bu etkinlikleri yaparken sahip olduğunuz olumlu duyguların tersi bunlardan uzak kaldığımızda çıkıyor. Örneğin cep telefonuyla ya da internetle iç içe olmak sizi çok rahatlatıyorsa, bunların olmaması durumu sizi yoksunluk belirtisi olarak gergin, huzursuz hatta öfkeli birine dönüştürebilir.

Engin Eker’e göre bu iki belirtinin hangi seviyede olduğu, bağımlılığın olup olmadığını tespit etme noktasında fazlasıyla işe yarıyor.

Cep telefonu: Uzuv

Programa katılan İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim görevlisi Tüge Gülşen, “cep telefonu/sosyal medya kullanımının yüz yüze iletişime etkileri” üzerine yürüttüğü tez çalışması için yaptığı bire bir görüşmelerde, cep telefonunu bir uzvu olarak tanımlayan insanlarla karşılaştığını söylüyor. Engin Eker bu vakayı şöyle açıklıyor: “Siz kolunuzu bahçede bırakıp uyumazsınız, ‘bacağım teyzemlerde kalsın’ diyemezsiniz. Beden kimliği diye bir şey var. Sahip olduğumuz şeyler, örneğin cep telefonu da ‘genişletilmiş kimliğimize‘ dahil. Onu da orjinalite çuvalımıza attığımız için böyle bir özelliği var.”

Gülşen en çok gözlemlenen eğilimlerden birinin, otururken telefonu masa üzerinde bulundurmak olduğunu söylüyor. Araştırmaya katılanlar bu eğilimi “her an ulaşılabilir ve ulaşabilir olmak” ile açıklıyorlar. Araştırmanın ortaya koyduğu bulgulardan bir diğeri de cep telefonlarıyla sürekli temas halinde olmanın güvende hissettirmesi. Katılımcılar telefonla ilişkilerini “bağımlılık” yerine “alışkanlık” kelimesiyle ifade etmeyi tercih ediyorlar. Gülşen’e göre bu, durumu yuşatmak için için yapılan bir tercih.

“Düşünme yeteneğimiz elimizden alınıyor gibi…”

Araç sürerken cep telefonu kullanırsanız kaza yapabilirsiniz, derslerde elinizden düşürmezseniz başarısız olabilirsiniz. Ancak Engin Eker’in daha büyük bir kaygısı var:

“Temel olarak düşünme yeteneğimizi elimizden alan bir şeye dönüşmeye başlıyor gibi” diyor psikolog: “Günün her saatinde, her sorumuza cevap veren internet var, bir anne gibi besleyen bir kaynak var. Düşünme yeteneği doyurucu bir kaynağın, Freud’un da söylediği gibi annenin yok olmasıyla ortaya çıkar. ‘Anne’ beklediğimizde orada olmamalı ki biz onun yerine sembolik bir şey koyabilelim. Düşünme yeteneğimizi ortaya çıkaran budur. Bebek ne zaman düşünür? Annenin fiziksel ve duygusal olarak yokluğuyla ortaya çıkabilecek bir şey. Ama bu durumu hiç yaşamıyorsunuz. Çünkü sosyal medya alanlarında her an size istediğinizi verebilecek bir kaynak var. Düşünmenize gerek yok o zaman! Çünkü kaybetmiyorsunuz. Bence daha büyük şeyler için kaygılanmalıyız.”

Telefon kullanımı sınırlanmalı mı? 

Engin Eker’e göre, zarar verdiği gözlemlendiği durumlarda cep telefonu kullanımına sınır koyulmasının fayda sağladığı bir gerçek. Özellikle sosyal ilişkilerde yaşanan kayıp çocuklar için telafisi daha zor bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Ancak sınırlamanın tek taraflı olarak ebeveyn tarafından dayatılmaması gerektiğini, çocuklar ve gençlerle ortaklaşa verilmesi gereken karar olduğunun altını çiziyor.

Genco Erkal: ‘Politik olmadığını iddia eden sanatçılar da politik’

Tiyatrocu Genco Erkal’a göre politik olmadığını iddia eden sanatçılar da politika yapıyor. Sanat ve siyaseti hiçbir zaman ayrı görmediğini söyleyen Erkal, Bilgi İletişim Fakültesi RGB ekranında yayınlanan “HaberVesaire’de Bu Sabah” programında “sanat siyaseti yansıtmalı mı?” sorusunu şöyle cevapladı:

“Ben başından beri politik tiyatro yapmayı seçtiğim için sanat ve siyaset benim için hep içiçe. ‘Bazıları bilinçli olarak politiktir’ diyelim çünkü değişime inanır ve toplumun değişmesi için sanatla katkıda bulunur. Bertolt Brecht de, Nazım Hikmet de böyle düşünür. Benim anlayışıma göre sanatçı, dünyadaki topluma değişime eşlik etmek durumundadır. Bir de hiç politik olmadığını iddia eden bir sanatçı grubu vardır ki, ben bugün onlara “saraylı sanatçılar” diyorum.

27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü için yayınlanan ve tecrübeli tiyatrocuların yer aldığı videoyu “ortaokul müsameresi düzeyinde” gören Erkal, “Beraber sahneye çıktığım, aynı tiyatroları paylaştığım bu kadar yıllık duayen sanatçıları videoda gördüğümde cin çarpmışa döndüm. Yapıyorlar ama bu kadarı da olmaz. Şimdi onlar politik olmadıklarını iddia ediyorlar ama onların yaptığı iş de bir politika: Bugün medyamız, televizyonlarımız, gazetelerimiz nasıl gerçekleri gizlemeyi ve insanları uyutmayı amaçlıyorsa, insanlara ‘çok güzel bir dünyada yaşıyoruz, her şey pespembe, gülünecek, eğlenilecek’… Asıl mesele üzerinde kimse düşünmeyecek; iktidarın yanlışları, ekonomik durum ve politik üçkağıtçılıklar üzerine düşünmeyecek.”

Genco Erkal’ın konuk olduğu “HaberVesaire’de Bu Sabah” programının tamamını buradan izleyebilirsiniz.

Momo: Medya eliyle körüklenen panik

Bilgi Medya Bölüm Başkanı Dr. Esra Ercan Bilgiç’e göre, WhatsApp ve Youtube üzerinden yayıldığı iddia edilen “Momo” figürünün çocuklarda depresyona ve intihar eğilimine neden olduğu iddiaları doğruyu yansıtmıyor.

Momo’nun çocuklarda depresyon, kaygı bozukluğu, davranış sorunları ve suça eğilime neden olduğuna dair tek bir vaka bile olmadığını dile getiren Bilgiç, yaşanan şeyin “medya eliyle körüklenen bir panik” olduğu görüşünde. Buna rağmen YouTube’un çocuklara göre bir yer olmadığını söyleyen akademisyen, anne babaların, “çocukların Youtube ile ilişkisinin ne olduğunu sorgulamalarını” ve “günümüz medya ortamını daha yakından tanıyıp, doğru ile yanlışı ayırmalarında çocuklara yardımcı olmalarını” öneriyor.

Bilgi Medya RGB ekranında dün yayınlanan “HaberVesaire’de Bu Sabah” programına katılan Esra Ersan Bilgiç, tüm dünyada paniğe neden olan “Momo” figürü hakkında HaberVs editörlerinin sorularını yanıtladı. Bilgiç şunları söyledi:

Temmuz 2018’de yayınladığı haberle, Momo kaynaklı paniğe katkıda bulunan ciddi yayın kuruluşları arasında BBC de yer almıştı. Kurum, geçtiğimiz günlerde yayınlanan haberleriyle, “momo” konusunda nasıl hataya düştüğünü açıkladı.

“Konuyu medya çalışmaları perspektifinden değerlendirdiğimizde bir “ahlakî panik” yaşandığını görüyoruz. Bu 1971’de Sosyolog Stanley Cohen tarafından geliştirilen bir teori. Buna göre bir figür, zaman zaman toplumun ortak değerlerini tehdit eden fenomen olarak gösterilebiliyor. Medya varlığı bile tartışmalı bu figürü alıp büyütmeye başlıyor. Var olmayan bir şey, kamuya bir tehlikeymiş gibi sunuluyor. Medya eliyle körüklenen bir paniğe tanık oluyoruz. Çok güvenilir olduğunu düşündüğümüz kurumların bile bu yanılgıya düştüğünü ve yanlış haberler yaptığını görüyoruz.

“Bu daha önce Mavi Balina oyununda da karşımıza çıktı. Rusya’da, bu oyunun, gençleri intihara sürüklediği yönünde bir haber yayınlandı. Haber bir buçuk milyon kez okundu. Bu haber zaten “tıklanması”, rayting alması için yapılmış bir haberdi. 130 çocuğun ölümünün Mavi Balina ile ilişkilendirildiği yönünde bir haberdi ancak bu bilgi hiç zaman kanıtlanamadı. Şimdi Momo’da aynı şeyi görüyoruz.

“Anne babalara şunu söyleyelim: Momo ile ilişkilendirilmiş bir intihar vakası yok! Bu haberlerin gerçekliğini sorgulamalıyız. Hükûmetler, akademisyenler konuya sonradan dahil oldular ve çok ciddi araştırmalar yapılıyor. Sağduyuyla yapılan araştırmalarda görüldü ki, Mavi Balina’yla ya da Momo’yla ilişkilendirilebilecek gerçek bir intihar vakası yok.

“Örneğin İngiltere ve Meksika hükûmetleri, ailelere ulaşarak uyardı, afişler yayınladı. Ancak bu uyarılarla da ilgili kınama aldılar. ‘Doğruluğu kesinleşmeyen bir konuda neden halkı paniğe sevk edecek şekilde uyarı yayınladınız’ diye.”

Korkutarak tıklatmak

“Bir safsata üzerinden bir panik havası yaratıldı. Bu panik havasından yararlanmak isteyen kötü niyetli fırsatçılar bunu sömürmeye başladılar. Çünkü YouTube mekanizmaları buna fırsat veriyor. Çünkü sahte haberler para ediyor. Daha çok ilgi çekmek için insanların temel duygularına hitap ediyor. ‘Korku’ bu duygulardan biridir. Anne babaları çocukları üzerinden korkutarak bir ilgi çekeceğinizin garantisi var. Korkutursanız tıklanır. Bu “tıklanmayı” sağlamak için üretilmiş pek çok içerikle karşı karşıyayız. Biz o “korkutan” haberleri tıkladığımızda birileri para kazanıyor.

YouTube, doğrudan Momo’yla ilgili bir içeriği bulunmadığını resmi olarak açıklamıştı. “Bu tür içeriklere rastlarsak zaten yayınlanması izin vermeyeceğiz” demişti.

Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nın geçen hafta yayınladığı uyarı.

“Örneğin İngiltere ve Meksika hükûmetleri, ailelere ulaşarak uyardı, afişler yayınladı. Ancak bu uyarılarla da ilgili kınama aldılar. ‘Doğruluğu kesinleşmeyen bir konuda neden halkı panik edecek şekilde uyarı yayınladınız’ diye.

“Bizim asıl sorgulamamız gereken çocuklarımızın Youtube ile ilişkisinin ne olduğu. Ben hep şunu söylüyorum: YouTube çocuklara göre bir yer değil. İkincisi, biz anne babalar olarak sağduyulu davranıp günümüz medya ortamını daha iyi anlamaya çalışmalıyız. Günümüz medya mekanizması ‘izlendikçe, tıklandıkça artan gelir‘ üzerine kurulu.

“Biz medya ile nasıl manipülasyon yapılabiliceğini her fırsatta anlatıyoruz, derslerimizde anlatıyoruz. Ancak bir de anne babaların “medya okur yazarlığı” meselesi var. Yani sahteyle gerçek olanı ayırt edebilme meselesi.

Dijital dünyada çocuk 

Çocuklar, geçmişle kıyaslandığında sokakta oynama imkânından mahrumlar ve evde daha fazla zaman geçiriyor. Evde daha fazla zaman geçirdikleri için de dijital medya hayatlarına daha çok giriyor. ‘Çocuk kullansın, dijital medyayı öğrdensin, dünyaya uyum sağlasın’ düşüncesi doğru değil. Bir takım altı kurallar var:

Üç yaşın altındaki çocuklara televizyon önerilmiyor; mümkün olduğunca gerçek hayatla haşır neşir olmalı
– Altı yaşından önce oyun konsolu gibi şeylerle muhatap olmamalı, örneğin tabletten oyun oynamamalı
Dokuz yaşından önce çevrimiçi medyalara erişimi olmamalı, google’a, YouTube’a tek başına girmemeli
12 yaşından önce kendi sosyal medya hesapları olmamalı

Çevrimiçi medyanın aslında beraberinde getirdiği birçok riski var. Bunlardan biri karşılaşılan içerikle ilgili riskler. Pornografik içerikler, şiddet görselleri ya da ‘momo’ örneğindeki gibi korkutucu içerikler.. Bu içerik risklerinin farkında olup çocuklara bunu anlatabilmek önemli. Onları yanlız bırakmamamız gerekiyor.

İkincisi ise ‘temas’ riski: Kötü niyetli kişiler doğrudan çocuklarla iletişime geçebiliyor ve bu daha önemli bir mesele. Siber zorbalık diye de bir mesele var.

Başka birçok risk konusu. Söylemek istediğim ‘çocuklarımızı sürekli gözleyelim’ değil ama bir takım kurallar koymalıyız.