Atom bombasından kurtulanlar anlatıyor




Tercüme: Mustafa Alp Dağıstanlı

Yamada Hirotami
Nagazaki Atom Bombası Kurbanları Konseyi Başkanı

Yamada Hirotami’nin dünya üzerindeki en büyük dehşetlerden birini görmüş, ama hiç yaşlanmamış gözleri var. O bir Hibakusha; atom bombasından kurtulanlar böyle adlandırılıyor. Belki kuruyorum, ama sanki o dehşete bakmış olduğunu görüyorsunuz gözlerinde. Gözleri o sırada yaşlanmış yaşlanacağı kadar. Ama o sırada yaşarmamış.
“Annem öldü, kardeşlerim öldü, herkes öldü. Uzun uzun ölündü. Ama ölümleri, ölümlerin acısını hissedemedim o an. Sanki başka bir dünyaya gitmiştim. Ben de ölürüm kısa sürede herhalde, diye düşünüyordum.”

Tane tane, bizim coğrafyaya biraz uzak bir serinkanlılıkla ve duygusunu hiç ele vermeyen bir şekilde anlatıyor. Ortaokula gidiyormuş o sırada, 14 yaşındaymış. Okul, hypocenter’dan (bombanın patladığı noktanın yerdeki izdüşümü) 3,3 kilometre kadar uzaktaymış.

“Büyük, çok parlak bir ışık çaktı. Gözlerim kör oldu. Şoke olup sıranın altına attım kendimi. Çok büyük bir patlama duydum, çok büyük. Sanki bomba yanıma düşmüş gibi… Hiçbir şey yoktu. Herşey silindi. Hiçbir şey düşünemedim o an. Aklım kaybolmuş, gitmiş, yok olmuş gibiydi. Herşey darmadağın oldu. Bütün pencereler kırıldı. Sıranın altına kapaklandığım için şans eseri yaralanmadım.”

Okulda olmak kurtarmış Yamada Hirotami’yi. Çünkü evleri hypocenter’a sadece 900 metre uzaklıktaymış. Anne babası ve üç kardeşiyle beraber yaşıyorlarmış. Babası, şehrin kuzeyindeki silah fabrikasında çalışıyormuş; hypocenter’a 1300 metre mesafede. Babasının vücudunun ön tarafı ciddi biçimde yanmış, arkası da yaralanmış. Yine de şanslıymış; bir yılda iyileşmiş, kendine gelmiş ve işe başlamış tekrar. 1961’de 62 yaşında kanserden ölmüş. Ailenin geri kalan fertleri o kadar şanslı değil. Annesi ve üç kardeşi bomba düştüğünde evdeymiş.

Ev yıkılmış. “Hepsi çıkmıştı evden. Çok da yaralanmamışlardı. Daha doğrusu, görünürde öyle büyük, ciddi yaraları yoktu. Ama ayın 12’sinde bebek kardeşim öldü. Ertesi gün ablam öldü; zaten çok zayıf, çelimsiz bir kızdı. Hiçbir şey yapamadık. Öldükleri yerde öylece kaldılar, biz de başlarında. Her taraf ölü doluydu zaten. Birkaç gün sonra berbat bir koku yayıldı ortalığa. Odun toplayıp yaktık kardeşlerimi. Ne doktor vardı, ne din adamı. Annem, annem çok üzüldü. Kendi elleriyle kendi çocuklarını yakması kahretti onu. On gün sonra annem de öldü. Ondan birkaç gün sonra da öbür kardeşim. Babamla ben yalnız kaldık. Halbuki, yaraları yok diye şükretmiştik, ne çok sevinmiştik.”

Yamada Hirotami, okula devam etmiş sonra; üniversite okumuş, öğretmen olmuş. Omurgasından iki kere ameliyat geçirmiş. Yine de şanslı sayıyor kendini. Hayatlarının geri kalan kısmını çok zor geçirenler, hep hastalıklı yaşayanlar var çünkü. Hem Nagazaki’de, hem Hiroşima’da kanser oranları Japonya’nın öbür bölgelerine göre çok fazla. “Şu anda 290 bin kişi atom bombalarının etkileriyle beraber yaşıyor” diyor.

“Hiroşima’ya atılan bombayı duyduğunuzda ne düşündünüz, sıranın size de gelebileceğini düşündünüz mü” diye soruyorum. “Düşünmedik bize atılacağını, hiç aklımıza gelmedi” diyor.

Atom bombasının Japonya’ya atılması konusunda ülkesi İngiltere adına ABD’yi canıgönülden destekleyen ve onay veren II. Dünya Savaşı döneminin başbakanı ünlü Winston Churchill’in ünlü sözü der ki, “Hiçbir şey zaferin yerini tutamaz”.
Yamada Hirotami ise şunu söylüyor: “Bunu bize neden yaptılar? Zafer için, kazanmak için herşey yapılabilir mi?”

Peki, neden attılar atom bombalarını? “Sovyetler’e inisiyatif vermemek için. Onlardan önce davranıp nüfuzlarını kurmak için” cevabını veriyor Hirotami.

“ABD’ye kızgın mısınız” diye soruyorum. Hiç duraksamadan, keskin, katı, net bir tonlamayla “Evet”, diyor, “evet kızgınım. Üstelik, hâlâ bir özür bile dilemediler. Bu, kızgınlığımızı geçirmez, ama bir özür bile dilemediler.”

Uçaktan beyaz bir şey düştüğünü gördüm, sonra…
Katsuyoshi Yoshimura

Evimiz hypocenter’a 1.8 kilometre uzaklıktaydı. Önündeki yoldan bakınca evimiz tek katlı gibi görünüyordu, halbuki iki katlıydı. Birinci katta çatısı pencereli bir oda ve veranda vardı; yani yarısı yeraltında bir odada oturup gökyüzüne bakabiliyorduk. O gün, B-29’un bombayı attığını gördüğümde oturduğum yer burasıydı işte.

İlkokul birinci sınıfa gidiyordum. Aslında, 6 Ağustos 1945 sabahı okula gitmiş olmalıydım ama o sabah fena halde karnım ağrıyordu ve nazlanmalarım sonucunda annem evde kalmama izin verdi. Annem verandanın ucunda bezelye ayıklıyordu, ben ise odanın ortasında oturuyordum. Komşulardan biri annemle sohbet etmek için soğan ve patatesleriyle gelip verandaya oturdu. Onların konuşmalarına kulak misafiri olurken bir ara çatı penceresinden bulutsuz gökyüzünde küçücük görünen iki uçak gördüm. Büyülenmiş seyrederken, birinden beyaz bir şey düştüğünü gördüm ve sonra keskin bir parlamayla kör oldum. Yaklaşık beş saniye geçti. Sonra büyük bir gürültü koptu, sanki yer sallanıyordu.

“Katsu, bu bir bomba” diye çığlık attı annem ve verandadan benim bulunduğum yere uçtu. Patlama tam bize vurduğunda kendini benim üstüme attı. Ev üstümüze çöktü ve enkaza gömüldük. Tavan ve üst kattaki mobilyalar üstümüze düştü. Eşyaların düşmesi 10-15 dakika kadar sürdü. Karanlıkta hapsolmuştuk.

Annem, hatırladıkça bana hâlâ tuhaf gelen kılı kırk yaran bir çabayla bir oyuk açtı ve beni de çekerek dışarı çıkardı. Eğer çıkamasaydık, yandaki evde başlayan yangın bizim evi de saracak ve canlı canlı yanacaktık. Bizimle birlikte biri daha olmalıydı, şu sebzeli kadın, ama annem de ben de onu tamamen unutmuştuk.

Dışarı çıkar çıkmaz dört yaşındaki erkek kardeşimi gördük. Patlama sırasında yol kenarında oturmuş şemsiye tamircisini seyrediyordu. Kardeşim, patlamanın tamirciyi 4-5 metre savurduğunu söyledi. Sonra bir daha hareket edemedi tamirci. Kardeşim havada uçmamıştı, aynı yerde oturmayı sürdürüyordu. Başının sağ tarafı ve sağ kolu yanmıştı. Sağlığı mükemmel olmasına rağmen hålâ keloidleri (atom bombasının etkisiyle oluşan yaralar) duruyor.

Üçümüz, babamı ve kızkardeşlerimizin gelmesini beklemeye başladık. Sonra herkesin sapasağlam olduğu ortaya ortaya çıkınca çok sevindik. İki saat kadar sonra annem komşu kadını hatırladı ve babama söyledi. Babam zorlukla kadını çıkarmayı başardı.
Sadece 80 yaşındaki ninem eve dönememişti. O sabah, torununun bir yaşındaki oğlunu, kuzenimin çocuğunu Hijiyama Parkı’na oynamaya götürmüştü. Öğle vakti gelince babam onu aramaya parka gitti. Parkta, ölen bebeğin üzerine kapanmış halde buldu onu. Tamamen bitkin bir halde olduğu için sırtında eve kadar taşıdı. Ninem iki gün sonra öldü…

“Küçük bir hasar!”
Akira Nagasaka

Bomba Nagazaki’ye düştüğünde annem ve 9 yaşındaki yeğenimle beraber Urakami Katedrali’nin yakınında, hypocenter’a aşağı yukarı 200 metre mesafede oturuyorduk. Onaltı yaşında ateşli bir yurtseverdim, öğrenci-işçi olarak çalışıyordum.

O sabah bir hava saldırısı uyarısı yapılmış, herşey geçici bir süre durmuştu. Annem o gün evde kalmamı istedi, ama ben görevli olduğum Kami Nagazaki İlkokulu’na doğru yola koyuldum. Okul Nagazaki’yi ikiye bölen alçak dağ sırasının doğusundaydı ve Mitsubishi Çelik İşleri’ne bağlı bir fabrika olarak kullanılıyordu.

Onbiri iki dakika geçe kör edici bir parlama her tarafı kuşattı ve bütün bpencerelerin camları havaya saçıldı. Herkes sığınaklara, siperlere attı kendini. On dakika kadar sonra çıkıp gökyüzüne baktık. Tepelerin üstünde kül rengi büyük bir bulut sanki ağır çekim gibi göğe yükseliyordu. Müdürümüz ana fabrikanın isabet almış olabileceğini söyleyince, vaziyeti görmek için birkaç kişi tepeye çıktık. Gördüğümüz manzara karşısında donakaldık. Aşağısı alev denizi gibiydi. Patlamaların ve yukarı doğru esen ateş gibi kızgın rüzgârın uğultusunu duyuyorduk. Dağılabileceğimiz söylenince eve doğru sırttan aşağı yola koyuldum. Yamaçlardaki bütün ağaçlar köklerinden sökülmüş, hepsi aynı doğrultuda yerde yatıyordu. Annemi bulma düşüncesiyle, afallamış bir halde yürüyordum. Birdenbire ayağımın dibinde su için inleyen bir ses duydum. Etrafıma bakındım ve gördüğüm şey beni dehşete düşürdü. Muhtemelen otuzlarında bir kadın yerde yatıyordu; elbiseleri lime lime olmuştu, yüzü kandan kıpkırmızıydı. Tüm gücünü başını kaldırmak için harcadı ve mırıldandı: “Su, su.”
Kendimi topladım ve yakındaki bir hendekten pis bir su getirip verdim. Sanki o ana kadar dudaklarına değen en lezzetli şeymiş gibi içti, fakat çoğu çenesinden göğsüne aktı. “Biraz daha lütfen” diye yalvardı. Ama getirdiğimde nefez almaya çabalamaktan fazla bir şey yapamadı, içecek gücü kalmamıştı. Kısa bir sessizlikten sonra bana baktı ve kendisine evine götürmemi istedi. Ne yapacağımı bilemiyordum. Annemi bulmak için yanıp tutuşuyordum, ona ve yeğenime ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Sırtımda tanımadığım bir kadınla bir şey yapamayacağımı düşündüm. Arkama döndüm ve kaçtım.

Urakami Katedrali’nin bulunduğu bölge tamamen yanmıştı ve sıcak daha fazla yaklaşmamı önlüyordu. Evimizin enkazına ancak ertesi sabah ulaşabildim. Her taraf iskeletler, etrafa yayılmış kemikler, kapkara torsolarla (başsız, kolsuz insan gövdesi) doluydu. Çöktüm, tükendim. Biraz kendime gelince annemi aramaya, daha doğrusu, kemiklerini aramaya başladım. Altın dişleri vardı; tek ipucu buydu. Kafataslarının birini alıyor öbürünü bırakıyordum; sadece çene kısımlarına bakıyordum. Kaç kafatasını elden geçirdim, bilmiyorum. Çıldırmış gibi araştırmaya devam ettim. Onuncu günü de kafataslarını alıp tekrar yere koymakla geçirdim.

Aramaya iki veya üç gün daha aynı şekilde devam ettim. Gördüm ki, çok fazla sayıda insan benim gibi arıyordu ve sonra yardım ekipleri cesetleri kaldırmak için geldi. Cılız bir ümit de olsa annem belki içeridedir diye yardım istasyonlarını dolaşırken bir panoya asılmış bir gazete gözüme çarptı. Nagazaki’ye yeni tip bir bomba atıldığını ve “Küçük bir hasar” olduğunu yazıyordu. Şoke oldum. “Küçük” bir hasar? Kan beynime sıçradı. Bütün etrafım göz alabildiğine yıkılmış, yaşayan herkes ölmüştü. Annem ve yeğenim hiçbir yerde bulunamıyordu. Ve bu “küçük bir hasar”dı? Gazeteler bu yalanları nereden bulup yazıyordu?

O zamana kadar yöneticilerin dürüstlüğünden asla şüphe etmemiştim. İmparator için ölmeye yanıp tutuşuyordum. Şimdi idrak ediyordum ki, imparatorun güvenini kazanmış ordu ve hükümet açık açık yalan söylüyordu. “Yalancılar!” diye bağırdım ve tüm gücümle gazete panosuna bir tekme attım. Beyhude bir davranıştı tabii, içimi kaplayan boşluğu gidermezdi.
O gün ve ertesi gün de kafataslarını elden geçire geçire annemin kemiklerini aramayı sürdürdüm, ama nafileydi. Cesetleri toplama işi de bir yandan devam ediyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak dolanıp duruyordum…


Ne ses, ne ışık, ne hayat vardı
Kiyoko Sato

İlkokul üçüncü sınıfa kadar Tokyo’da oturuyorduk, Mart 1945’te babamın işi dolayısıyla Hiroşima’ya taşındık. Kısa bir süre sonra üçüncü sınıf ve üstündeki tüm çocuklar şehirden çıkarıldı. Annemle babamdan ve yedi kardeşimden ayrılarak öğretmenlerim ve sınıf arkadaşlarımla beraber taşrada Miyoshi’de bir tapınağa gittim.
6 Ağustos sabahı tapınağın ana salonunu temizlerken bir sarsıntı hissettim ve arkalarında Hiroşima uzanan dağlara doğru baktım ve göğe doğru yükselen yoğun bir kara duman gördüm. Yangın zannettim. Ertesi gün, yakınlardaki bir çiftliğe çalışmaya giden daha büyük öğrenciler, Hiroşima’ya büyük bir bombanın düşmüş olduğunu duymuş. Öğretmenlerim bombayla ilgili hiçbir şey söylemedi. Ailemi merak ediyordum.

Altı gün sonra Hiroşima’daki komşumuz bütün gece yürüyerek beni görmeye geldi. Annemin çok hasta olduğunu, onunla beraber dönmemin iyi olacağını söyledi. Ertesi sabah erkenden öğle yemeği için iki patates ve kendi yaptığım hasır sandaletlerimi sırtıma bağlayarak, komşumuzla beraber eve doğru yola koyulduk. Tapınakla Hiroşima arası aşağı yukarı 100 kilometreydi ve trenler çalışmadığından tüm yolu yürümek zorundaydık. Eve dönme mutluluğuyla durup dinlenmeden yürüdüm.
Hiroşima’ya vardığımızda geceyarısıydı. O zaman gördüğüm şehrin sokaklarını aslı unutamayacağım. Ne ses, ne ışık, ne de hayat vardı ölü sokaklarda. Herşeyden ürkünç olan, ayışığında görünen kararmış yolcularıyla beraber yanan tramvay iskeletiydi. Bir ceset hâlâ bir kayışa tutunuyordu. Bu dehşetten sıyrılmak için gözlerimi kapadım ve komşumuzun eline sarılarak eve doğru yürümeye devam ettim.

Vardığımda ailenin sadece üç üyesi oradaydı. En büyük abim yerde yatıyordu, hareket edemiyordu, tüm vücudu küçük cam parçalarıyla delik deşikti. Küçük kardeşimin burnu yırtılmıştı ve yüzü bir bandajla sarılmıştı. Annemin bir yardım istasyonuna götürüldüğünü, babamla ablamın da onunla beraber olduğunu söylediler.

Ertesi sabah, abilerimden biriyle yola düştük. Yardım istasyonunda odalara tek tek baktım annemi bulmak için. Bir odada düzinelerce insan yerde, acı içinde inliyordu. Sonunda babamla ablamı gördüm ve hemen onlara koştum. Ablam beyaz bir ketenle annemin yüzünü örtüyordu. Babam annemin tam o anda öldüğünü söyledi. Sadece biraz daha hızlı yürüseydim zamanında varacaktım! Annemi sağ göremediğim için yıkılmıştım ve hıçkıra hıçkıra ağladım. Annemin yüzü su toplamıştı ve şişerek iki kat büyümüştü, saçları da dökülmüştü. Tanınmaz haldeydi.

Bomba düştüğünde okulda sabah töreninde olan abilerimden birinin tüm vücudu yanmıştı ve annemden kısa süre sonra o da öldü.

Annemi yaktık ve eve döndük. Evin önünde ölüler yatıyordu. Yaz sıcağı olduğu için berbat kokuyordu.

Büyük abim ekimde öldü. Bundan sonra babam gittikçe tuhaf davranmaya başladı ve bir gün evden çıktı ve bir daha hiç dönmedi. Onun yerine abim çalışmaya başladı. Zayıf bünyesini sonuna kadar zorladı evi döndürmek için; karaborsacılık bile yaptı. Ocakta o da öldü. Aile artık 21 yaşındaki ablam, kardeşim ve benden ibaretti…

Tercüme: Mustafa Alp Dağıstanlı

Çocuklarımın çığlıkları peşimi bırakmıyor
Asae Miyakoshi

Atom bombası Hiroşima’ya düştüğünde 25 yaşındaydım. Geçen 40 yıl boyunca unutamadım başımıza gelenleri ve şimdi de bu konuyla ilgili konuşmak benim için çok zor.

O zaman annem ve babam ölmüştü, kocam da savaşa gitmişti. Osaka’daki evimiz bir hava bombardımanında yanınca, birle dört yaşları arasındaki beş çocuğumla Hiroşima’daki dedeme sığındık. Bombardımanlarda sol kulağım da sağır olmuştu.
Hiroşima’da, hypocenter’a 1.8 kilometre mesafede bir evde, on kişi kalıyorduk: 69 yaşındaki dedem, 18 ve 21 yaşlarındaki kızkardeşlerim, 16 yaşındaki kuzenim ve çocuklarım.

6 Ağustos sabahı saldırı yok uyarısını duyunca derin bir nefes almıştım. Kuzenim Hiromi, işe gitti. En küçük kızkardeşim Michiko izin günü olmasına rağmen göreve gitmişti. Dedem dindar biriydi ve her sabah olduğu gibi bir yaşındaki oğlumu sırtına alarak, iki yaşındaki ikizlerimin de ellerinden tutarak Budist tapınağına gitti. Bahçede oynayan üç ve dört yaşlarındaki kızlarım da dedelerinin peşine takılıp gitti.

Yani, sadece kızkardeşim Hisako ve ben evdeydik. Tuvalete girmeye hazırlanıyordum ki, kardeşim benden önce davrandı. Birkaç dakika sonra ben girdim ve tam o anda bomba düştü. Yarı sağır olduğum için hiçbir şey duymadım. Aniden ev üstüme çöktü ve ben tuvalette kısıldım kaldım. Biraz da şuursuzca yardım gelsin diye bağırdım durdum ve nihayet bir adam kapıyı kırdı ve beni çıkardı.

Kızkardeşim koridorda yatıyordu ve vücudunun sağ tarafı korkunç yanıklarla kaplıydı. Kardeşimi sırtıma aldım ve çıplak ayak doğru Hijiyama Parkı’na koştum. Kardeşimin yüzü yanıklardan dolayı cerahetleniyor, sağ gözü dışarı sarkıyordu. Gözünü tekrar deliğine ittim ve çıkmasın diye bir tülbentle sarmaya çalıştım, ama bu sefer kulağı eridi ve tülbenti tutturacak bir şey kalmadı. Ağzı sağa doğru çarpılmıştı ve “Su” diye inlemekten başka bir şey yapamıyordu; kelimenin ilk hecesi belirgin olarak çıkabiliyordu sadece.

Parka gelince kardeşimi sırtüstü yatırdım ve çocuklarımı aramaya koyuldum. Heryer hâlâ cayı cayır yanıyordu. Yanmış bir tramvayın içinde ölmüş insanların arasında bir kadın gördüm; hâlâ bir kayışı tutuyordu ve yardım istiyordu. Aşırı sıcaktan dolayı kadına yaklaşamadım; yapabileceğim bir şey yoktu. Taş basamaklarda oturan bir adama “Haydi gidelim buradan” diye seslendim ve elinden çektim, fakat derisi elinden sıyrıldı ve adam düştü. Oturduğu yerin arkasındaki duvara net olarak çıkan gölgesini görebiliyordum. Birçok insan yardım ve su istemek için seslendi bana. Tuvalette olduğum için yanmaktan kurtulduğumdan dolayı ellerimi birbirine yapıştırıp önlerinden geçtiğim insanlardan özür dilemekten başka bir şey gelmiyordu elimden; çocuklarımdan bir işaret, bir iz arıyordum.

O gün evi terkedenlerden hiçbiri bir daha dönmedi —ne beş çocuğum, ne dedem, ne kızkardeşimMichiko, ne de kuzenim. Ne bir kemik kaldı bana, ne de başka bir şey. Evimiz yanıp yıkıldığı için onları hatırlatacak tek bir fotoğraf bile yok. Kızkardeşim Hisako dört gün sonra son nefesini verdi; büyük acılar içinde. Ona bir damla su vermeye çalışırken gördüğüm surat ifadesini asla unutmayacağım.

Yalnızdım.

15 Ağustos’ta savaş bittiğinde, birkaç gün önce teslim olunmadığı için acıyla ağladım. Kocamın Yeni Gine’deki savaşta öldüğünü öğrenince mutsuzluğum bir kat daha arttı. Kısa bir süre sonra atom bombasının fiziksel etkileri kendini gösterdi —ishal, ateş ve kanayan dişetleri.

Hâlâ kâbuslar görüyorum, çocuklarım ağlıyor ayakları yandığı için. Gerçekten böyle bir acı mı çektiler? Yardım için bana seslenenlere bir bardak su bile verememiştim. Çocuklarım da onlar gibi mi acı çekti? Bu hatıraları arkamda bırakmak için ne kadar çabalasam da, çığlıklar peşimi bırakmıyor, hep yakalıyor beni.

Benim fiziksel ızdıraplarım devam ediyor. Savaştan sonra tekrar evlendim, ama giderek kötüledim ve şimdi evin etrafında baston yardımıyla topallamaktan ötesini yapamıyorum.

Tiksiniyorum Amerika Birleşik Devletleri’nden. Başka bir halka böyle bir acı çektiren bir ülkeyle işbirliği politikası güttüğü için Japon hükümetine de kızıyorum. Dinleyin beni, her neredeyseniz! Atom bombasına maruz kalanların acıların acıları şimdi bile devam ediyor ve radyasyonun etkileri onların çocuklarına, çocuklarının çocuklarına geçiyor.

Yalvarıyorum, bir daha asla nükleer silahlar hiçbir yerde hiçkimseye acı çektirmesin.

“Atom bombasından kurtulanlar anlatıyor” üzerine bir yorum

Yorumlar kapalı.