Yalvaç Ural’dan teneke oyuncaklar

Çocuk dergileri ve kitaplarıyla tanınan gazeteci Yalvaç Ural’ın düzenlediği “Yalvaç Ural Teneke Oyuncaklar Sergisi”, Rahmi Koç Müzesi’ndeki Fenerbahçe Vapuru’nda ziyaretçileriyle buluşuyor.
1910-2008 yılları arasında Türkiye’de ve dünyanın çeşitli ülkelerinde üretilmiş oyuncakların yer aldığı, Yalvaç Ural Teneke Oyuncaklar Sergisi 14 Haziran’a kadar görülebilir.

Merve Akçay- Duygu Furuncu

Güvendikleri topraklara sergiyle döndüler

Tarih boyunca değişik nedenlerle kendi ülkelerini terk etmek zorunda kalarak Türk topraklarına sığınan siyasi liderler, krallar ve sanatçıların fotoğraflarının yanı sıra bilgi ve belgelerin de bulunduğu “Türkiye’ye Güvendiler” sergisi, santralistanbul’da açıldı. Sergide, Nazım Hikmet’in dedesi Konstantyn Borzecki (Mustafa Celalettin), Nazi Almanyası’ndan kaçan bilim adamları, Macar Kralı II’nci Ferenc Rakoczi, Polonyalı şair Adam Mickiewicz’e kadar pek çok devlet başkanı, politikacı, sanatçı ve ordu mensubuna ilişkin bilgi ve belge bulunuyor. Türkiye’nin İspanya Büyükelçisi Ender Arat’ın derlediği sergi, Bilgi Üniversitesi santralistanbul’da Mayıs sonuna kadar açık kalacak.

Nihai amaç müze kurmak

Türkiye topraklarında hüküm süren devletleri yönetenlerin, zor zamanlarında kucak açtığı sığınmacıların yeterince bilinmediğinden hareket ederek, “Türkiye’ye Güvendiler” sergisini derleyen Büyükelçi Arat, tarih boyunca Türkiye’ye göç edenler temasından hareketle Ankara’da bir müze kurmayı da amaçlıyor. Sergi fikri 1998-2002 yılları arasında Budapeşte ‘de büyükelçilik görevi sırasında aklına gelen Arat, Macarlarla ilgili dokümanları da bu sırada toplamış. Daha sonra yurtdışındaki büyükelçilikler vasıtasıyla bu ülkelerden gelen sığınmacıların envanterini çıkarttırmış. Ankara’daki Rusya Federasyonu ve Polonya temsilcileri gibi bazı büyükelçilikler de önemli katkılarda bulunmuş projeye. Arat, “Sığınmacıların çoğunun başından geçenlerin her biri bir film konusu. Onun için esas amacımız bu konuda bir müze açmak. Ne var ki müze açmak yıllar ve büyük masraflar gerektiriyor. Kısıtlı imkanlarımızla öncelikle sergiyi gerçekleştirmenin uygun olacağını, böylece ilk tohumun atılacağını, daha sonra müze üzerinde çalışılabileceğini düşündüm” diyor.

Yüzbinlerce insanın hikayesi

Daha önce ABD, İspanya ve Estonya’da gösterilen sergi, Medeniyetler İttifakı Forumu sırasında İstanbul’da liderlerin ziyaretine de açılmıştı. Yüzbinlerce insanın hikayesini görsel ve yazılı malzemelerle anlatan sergi; sözkonusu sığınmacıların Türk ve yabancı kamuoyuna tanıtılmasının ötesinde, bu insanların/toplulukların kimliklerinin, ülkelerini terk etme nedenlerinin, Türk topraklarında yaşadıkları sürelerin, ikamet ettikleri şehirlerin, evlerin, yaptıkları faaliyetlerin, bıraktıkları eserlerin, Türkiye’den ayrıldıktan sonra neler yaşadıklarının, haklarında yazılmış kitapların gün ışığına çıkartılabilmesi için tarihçileri ve araştırmacıları teşvik etmeyi de amaçlıyor.

“Devletime sığınanları asla geri vermem”

Padişah Abdülmecid’in fotoğrafının altında, “Tacımı veririm, tahtımı veririm, fakat devletime sığınanları asla geri vermem” sözlerine yer veren sergide, çeşitli millet ve dinden yüzbinlerce sığınmacının hikayesini anlatan görsel ve yazılı malzemeleri görebilirsiniz. Bunların arasında Macarlar, Polonyalılar, İsveç Kralı XII. Karl, Ukraynalılar, Ruslar, Abazalar, Çerkezler, Romenler, Kırım Tatarları, Gürcüler, Azeriler, İranlılar, Afganlar, Kazaklar, Kırgızlar, Cezayirliler, Tunuslular, Yunanlılar, Kürtler yanında Museviler de bulunmakta. Sergiyi gezerken, Albert Einstein’ın Mustafa Kemal Atatürk’e yazdığı mektuba ya da Polonya milli şairi Adam Mickiewicz’in oturduğu evin Dolapdere’ nin karanlık sokaklarından birinde bulunması gibi pek çok şaşırtıcı hikayeyle karşılaşmak mümkün.

Nazım Hikmet’in dedesi de güvenmişti

Sergiye eşlik eden katalogda birbirinden ilginç anekdotlar bulunuyor. Bizzat adı geçen sığınmacıların, yakınlarının veya tarihçilerinin anlattıklarından bazıları şöyle:

*
Polonya’nın işgaline karşı 1848 Ayaklanması’na önderlik eden grubun içinde yer alan Konstantyn Borzecki, önce Fransa’ya sonra Osmanlı’ya sığındı. Müslüman olup Mustafa Celaladdin adını alan Borzecki, Ömer Lütfü Paşa’nın kız kardeşiyle evlendi. Hasan Enver Paşa oğlu, şair Nâzım Hikmet ise torunu.

*Alman filolog Prof. Dr. Traugott Fuchs iki vasiyette bulundu: “Beni İstanbul’da defnedin, eserlerim de Türkiye’de kalsın, bir sergide teşhir edilsin.”

*
Troçki, 1924’te Lenin’in ölmesinin ardından Stalin ile giriştiği iktidar mücadelesini kaybetti. 1929’da Türkiye’ye sürüldü. Troçki 1933’e kadar İstanbul’da, Büyükada’da oturdu.

*
Macarların Atatürk’ü diyebileceğimiz Lajos Kossuth’un anılarında, “Türkiye’nin bugün ve istikbalde mevcut olması Avrupa’nın ve insanlık aleminin yararınadır” diye yazdı.

Taksim Meydanı?

Yazı:Gökhan Tan
Video Haber:
Gökhan Tünay-Hilal Özdemir

Kurgu: Ertan Önsel

Haberle birlikte yayınlanan fotoğraf, büyük olasılıkla 1960’lardaki bir Cumhuriyet Bayramı kutlamasına ait. (1969’da açılan Atatürk Kültür Merkezi’nin inşası devam ediyor ve bugün ismi The Marmara olan Intercontinental Oteli henüz ortada yok).

Fotoğraf, son yıllarda en çok 1 Mayıs’larda gündeme gelen Taksim Meydanı ve İstanbul’da “meydan” diye andığımız alanlarla ilgili önemli bir belge. Çünkü bir meydanın, o kentte yaşayan insanların kullanımı için var olması gerektiğini belgeliyor. Bugün yoğun araç trafiğine sahne olan, meydan içindeki ve çevresindeki yollar da insanlarla dolu. Gerçek bir meydan gibi.

Kent plancıları meydanların yaya trafiği odaklı ve çevresindeki işlevlerle birlikte planlanması gerektiğini dile getiriyor. “Her açık alan meydan değildir” diyen Şehir Plancıları Odası İkinci Başkanı Yrd. Doç. Dr. Hülya Yakar Taksim’in, meydan fonksiyonu gören bir alan olarak nitelendirilemeyeceği görüşünde örneğin.

İstanbul Valisi Muammer Güler’in 1 Mayıs kutlamaları sonrasında yaptığı açıklama Hülya Yakar’ı doğruluyor. Güler, o gün yaptığı basın toplantısında, eskiden miting ve kutlamalar için kullanılan Taksim ve Beyazıt meydanlarının artık bu işler için uygun olmadığını, meydanların kapanmasının tüm kenti felce uğrattığını ve bu tür etkinlikler için yeni alanlara ihtiyaç olduğunu söylüyordu.

Vali haklı. Çünkü İstanbul trafiği, insanları, toplanma mekânları olan meydanlara ulaştırmak için değil, tam tersine meydanlar araç trafiğini ve ulaşım sorununu çözme alanları olarak kullanıldı. Yani trafikten muaf olması gereken yegâne alanlar, çıkış ve çözüm noktası haline getirildi. Meydanda insana yer kalmadı.

Kentin açık alanları bugün öyle anılsa da, gerçek birer meydan olma şansını yitirdi. Motorlu araç trafiğine, köprülere, otobüs duraklarına, belediyelerin tanıtım ofisleri gibi işlevi tartışmalı yapılara, kısacası yayaların kullanımı hariç her şeye terk edilmiş durumda. Durum tam bir felaket. 30 yıl öncesine kadar meydan görünümüne daha yakın olan Aksaray, Mecidiyeköy, sadece ismiyle yaşayan Okmeydanı, Eminönü tanınmaz halde. Düşünün ki kentin en eski meydanı Sultanahmet’te (At Meydanı) bile turist taşıyan otobüsler ve diğerleri, belediyeye gelir kazandırma karşılığında park edebiliyor.

Devletin 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’na “makul” kalabalık sipariş etmesi boşuna değil. Çünkü o kalabalık İstanbul’da meydan şansını yine o devletin sığ kentçilik anlayışla yitirdi.

Anadolu’nun Elleri

Gazeteci Nazım Alpman, Anadolu’nun çeşitli yerlerini dolaşarak “Ustadan Çırağa, Dededen Toruna Anadolu’nun Elleri” isimli kitabı kaleme aldı. Nar Photos fotoğraf ajansından Tolga Sezgin’in çekimlerini gerçekleştirdiği kitabın fotoğrafları da Fotografevi Allianz Galerisi’nde geçtiğimiz günlerde sergilendi.

Alpman’ın Ahlat, Afyon, Bartın, Beykoz, Buldan, Bursa, Denizli, Devrek, Diyarbakır, Gaziantep, Görece, İznik, Mardin, Midyat, Milas, Mudurnu, Safranbolu, Şanlıurfa ve Tavas olmak üzere Anadolu’nun farklı bölgelerinden 15 el sanatı ustasını yansıtan kitabında toplam 48 fotoğraf yer alıyor. Kitapta gümüş, demir, boncuk, semer, lüle taşı, yemeni, tekne, çini, bakır, dokuma, baston, kalay, halı, taş ve keçe ustalarının üretim süreçleri ve ürünleri fotoğraflarla anlatılıyor. Kitapta ayrıca, ustaların hayat hikayeleri ve sanatlarına ilişkin bilgiler de yer alıyor.

Şiddete karşı bitpazarı

Bilgi Açık Kapı tarafından düzenlenen ve geliri Mor Çatı ve Umut Sokak Çocukları Derneği’ne aktarılacak olan “Şiddete Karşı Bitpazarı” bu yıl ikinci kez tezgâh açtı. Santralistanbul’da tokadan oyuncağa, kitaptan giysiye yüzlerce ürün, kadına ve çocuğu karşı şiddeti önlemek için çalışan onlarca gönüllü gencin açtığı kermeste satışa çıkarıldı.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ayten Zara Page ve 55 öğrencisinin özverileriyle düzenlenen kermes, şiddet ve travma konularında halkı bilinçlendirme çalışmalarının sadece bir parçası. Bilgi Açık Kapı, cinsel istismar, fiziksel, cinsel ve duygusal şiddet konularında toplumu bilgilendirme amacıyla bu konuda çalışan dernekler ve sivil toplum kuruluşlarıyla iş birliği yaparak, onlara hem bilgi-beceri bazında, hem de ekonomik olarak destek sağlamayı hedefliyor.

Gelir Mor Çatı ve Sokak Çocukları Vakfı’na

Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin kendi ekonomik kaynaklarını kendilerinin oluşturduğunu, ekonomik kaynak olmadığı için hayata geçirilemeyen birçok proje olduğunu vurgulayan Ayten Zara Page “Biz bir taraftan kendi bilinçlendirme çalışmamızı yapmak için ihtiyaç duyacağımız ekonomik desteği bulabilmek, hem de sivil toplum örgütlerine ihtiyaç duyduğu ekonomik desteği sağlayabilmek için yapabileceğimiz en iyi şeyin bit pazarı olduğuna karar verdik. Kullanmadığımız eşyaları getirerek bir bitpazarı oluşturduk. Geçen sene yaptığımız bitpazarının geliri olan bin 780 lirayı Van Kadınlar Derneği’ne bağışlamıştık. Bu yıl ise geliri Mor Çatı ve Umut Sokak Çocukları Derneği’ne aktaracağız. Kaynağın bir kısmı İstanbul Bilgi Üniversitesi bünyesinde çalışan Çocuk Çalışmaları Birimi’ne gidecek” dedi. Ekonomik ve sosyal anlamda çok hoş destekler aldıklarını vurgulayan Page, “Şiddete karşı bitpazarı” adıyla tepeden tırnağa, giydikleri çoraptan saçlarına taktıkları tokaya kadar her şeyleriyle şiddete karşı oldukları mesajını vermek istediklerini söyledi.
Psikoloji bölümündeki çoğu öğrencinin bu proje için canla başla çalıştığını belirten Psikoloji Bölümü yüksek lisans öğrencisi Hejan Epözdemir, bölüm, hatta üniversite dışından pek çok kişinin bağış yapmak için başvurduğunu söyledi. Amacın sadece yardım için para toplamak olmadığını, verilmek istenen mesajın öneminin altının çizilmesi gerektiğini vurguladı. Kermesin asıl temasının şiddet ve travma olduğunu belirten Epözdemir, şiddete dair bir farkındalık kazandırmak istediklerini söyledi.
Her yıl kermeste satılmayan ürünler bir depoya konuluyor ve bir sonraki yıl yeni eklenen ürünlerle beraber satışa çıkarılıyor. Bağış yapmak isteyenler yıl boyunca http://bilgiacikkapi.com/ adresinden Ayten Zara Page ve Bilgi Açık Kapı ekibiyle iletişim kurabilirler.

Ahırkapı denize taştı


Ahırkapı’daki hıdrellez kutlamaları 10. yılında, semtin dışına çıkarak sahilde yapıldı. Mekan Ahırkapı Parkı’ydı. Geçen yıllarda Cankurtaran semtinde sokak aralarında yapılan şenlik, izdiham sebebiyle bu parka alındı ve birçok yenilik getirildi. Kuponla çalışan yiyecek-içecek istasyonları, biri büyük olmak kaydıyla beş ayrı konser platformu ve hıdrellez ruhunu yansıtacak birçok ayrıntı: Renk renk çaputlarla süslü dilek ağaçları, dilek sahiplerinin dilek kağıtlarını attıkları birkaç dilek çeşmesi, ‘Baryam’la ayısı’, ‘Kamilin melekleri’ gibi karakterlere bürünerek hatıra fotoğrafı çektirebileceğiniz panolar. Surlar ve Bukaleon Sarayı ışıklandırılmıştı. Parkı hınca hınç dolduran binlerce insan bu dekor eşliğinde, kendini hıdrellezin ve Roman müziğinin coşkusuna kaptırdı. Canlı müzikler saat 19:00 gibi başladı. Buzuki Orhan’ın ana sahnedeki performansı sona erdiğinde saat 00:30’u gösteriyordu. Sürekli renkleri değişen ışıklar tarihi yapıları masalsı bir havaya büründürmüştü. Gecenin sonuna doğru kutlama alanının hemen yanından atılan havai fişekler, eğlenenlerin üzerine bir yağmur gibi yağdı.

Hızır’ın günü
Ruz-ı Hızır (Hızır günü) olarak adlandırılan hıdrellez, Hızır ve İlyas Peygamber’in yeryüzünde buluştukları gün olması nedeniyle kutlanıyor. Bu gün, Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs eskiden kullanılan Rumi takvim olarak da bilinen Julyen takvimine göre 23 Nisan’a denk geliyor. İsmi, Hızır ve İlyas adlarının birleşerek halk arasında hıdrellez şeklini almış.

Hıdrellezin’in Mezopotamya ve Anadolu kültürlerine ya da İslamiyet öncesi Orta Asya Türk kültürüne ait olduğuna dair inanışlar var. Büyük kentlerde daha az görülmek kaydıyla Anadolu’da ve Trakya’da kasaba ve köylerde hâlâ yaygın kutlanıyor. Evinler temizleniyor, temiz kıyafetler giyiliyor. Yemekler yapılıyor. Hızır’ın temiz olamayan evlere uğramayacağına inanılıyor.

Hıdrellez kutlamaları daima yeşillik, ağaçlık alanlarda, su kenarlarında, bir türbe ya da yatırın yanında yapılıyor. Baharın taze bitkilerini ve taze kuzu eti ya da kuzu ciğeri yeme hıdrellez adetleri arasında. Bunların şifa getireceğine inanılıyor.

Hıdrellez gecesi Hızır’ın uğradığı yerlere ve dokunduğu şeylere feyiz ve bereket vereceği inancıyla çeşitli uygulamalar yapılıyor. Yiyecek kaplarının, ambarların ve para keselerinin ağızları açık bırakmak, ev, araba gibi şeyler ya da eş, çocuk isteyenlerin,istediklerini andıran şekilleri herhangi bir yere çizmeleri bunların en yaygınları.

Kaynak: hıdrellez.org


Metropol mozaiği

Dün akşam Ahırkapı sahilinde birlikte eğlenen binlerce kişi, dokuz senedir kutlanan bu şenliğin mayasının tuttuğunu ve sivil inisiyatifle ortaya çıkmış bu girişim artık hıdrellez markası olduğunu gösteriyor. Her kesimden, hemen her tipte insanı görmek mümkündü. Afrikalı gençler Romanlara taş çıkartacak şekilde göbek atıyorlar, başka hiçbir festivale annesiyle gelemeyecek olan üniversiteli gençler anneleriyle karşılıklı içiyor, oynuyor, pahalı bir gece kulübüne uygun giyinmiş yüksek topuklu kadınlar, basmalarını giyip gelmiş Roman kadınlarla yan yana eğlenebiliyordu. Konu göbek atmak, oynamak, halay çekmek olunca sınıf ayrımı kalmıyor.

Kupon krizi

Binlerce insanın aynı anda eğlendiği mekanda tabii ki bazı sorunların yaşanılması kaçınılmazdı. Yiyecek içecek almaya yarayan kuponların satıldığı çadırlar ve tuvaletler önündeki bitmek bilmeyen kuyruklar gibi. Ama kupon almak için en az bir saatini vermiş insanların bile, içki stokunun bitmesiyle ellerinde kuponlarıyla kalakalması üzücüydü. Gecenin sonunda bira ve şarap sıkıntısı çeken kalabalığa sanatçılardan da destek geliyordu. “Lütfen içki sıkıntısını çözelim arkadaşlar” diyorlar sahneden. Büyük bir alkışla destekleniyorlardı.

Her şeye rağmen Ahırkapı’da hıdrellez, yeni mekânına uyum sağlamış gözüküyor. Elbette bazılarımız eskiden Cankurtaran sokaklarında, Roman kemancısı, tamburcusuyla bir dolaşıp dans edenlerin, kaldırımlarda ateş yakarak üzerinden atlayanların görüntülerine ve evden eve yayılan kutlamaları özleyebilir. Ancak her geçen yıl sayısı artan kalabalık o sokaklara sığmaz, mekân darlığı nedeniyle “oynanamaz” hale gelmişti.

Yazı: Ali Can Demirci
Video: Gökhan Tünay

Taksim’de 1 Mayıs marşı

1 Mayıs’ın kutlanması konusunda sendikalarla hükümet ve İstanbul valiliği arasında ortaya çıkan gerginlik geçen yıldan farklı olarak bu yıl Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs Marşı’nın söylenmesiyle sona erdi.

Sabah 9:30 civarında DİSK genel merkezi’nden ayrılan işçiler ve KESK üyesi memurlar uzun süre Şişli Halaskargazi Caddesi üzerinde polis tarafından bekletildiler.

Yan sokaklardan caddeye çıkmak isteyen gruplarla polis arasında çatışma uzun süre devam etti. Bu arada yine yan sokaklardan ana korteje katılmak isteyen gruplar da polisin sert müdahaleleriyle karşılaştı. Bu müdaheleler zaman zaman ortamın aşırı derecede gerilmesine neden oldu.

Daha sonra Osmanbey’den Harbiye, Elmadağ ve Taksim yönüne yürüyüşe geçen DİSK ve KESK korteji çeşitli duraklamalarla Taksim’e ulaştı. İşçilerin buradaki bekleyişi sonrası polis barikatının açılmasıyla üç bin kişi civarındaki grup Taksim Meydanı'nı doldurdu. Böylece işçiler 1978 yılından bu yana 1 Mayıs’ta ilk kez Taksim Meydanı’na topluca ulaşmış oldu.

Kazancı Yokuşu önünde toplanan kalabalık 1 Mayıs 1977’de gerçekleştirilen provokasyon sonucu hayatını kaybeden 36 kişiyi andı ve ardından yıllar sonra ilk kez Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs marşı toplu olarak söylendi.

Gösteride konuşan DİSK Başkanı Süleyman Çelebi ve KESK Başkanı Sami Evren bunun bir başlangıç olduğunu belirterek işçi sınıfının yoksulluk ve yolsuzluğa karşı mücadelesini sürdüreceklerini dile getirdiler.

Konuşmalar sırasında Taksim Atatürk Anıtı çevresi bir şenlik alanı görünümündeydi. 13:30’da ise mitingin sona erdiği duyuruldu.

Yunan partizanların Kaptan Kemal’i Mihri Belli

Yunan İç Savaşı’na (1946-1949) gerilla olarak katılan, Demokratik Ordu saflarında çarpışan 94 yaşındaki Mihri Belli, Türk solunun önemli isimlerinden biri. Partizanlar ona, komutan anlamına gelen “Kaptan (Kapetan) lakabını ve Kemal ismini vermişti. Savaşta, Batı Trakyalı solculardan oluşan Osmanlı Tugayı’nın başında bulunan Belli’nin hikayesi Yunanlı yönetmen Fotos Lambrinos’un da dikkatini çekti. Lambrinos Kaptan Kemal, Bir Yoldaş (Captain Kemal: A Comrade) ismini verdiği belgeselinde Belli’nin Yunan partizanlarla omuz omuza mücadelesini konu aldı.

Belli’nin II. Dünya Savaşı sonunda Yunanlı komünistlerle ABD ve İngiltere tarafından desteklenen hükümet güçleri arasında patlak veren iç savaşta komünistlerin safında verdiği mücadeleyi anlatan belgesel, 28’inci Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında izleyicilerle buluştu. Filmin son gösterimi 18 Nisan Cumartesi saat 21:30’da Pera Sineması’nda gerçekleştirilecek. Yunanistan’da da gösterime giren ve halkın takdirini toplayan belgeselin yönetmeni Lambrinos, filmin ortaya çıkış hikayesinden, çekim sırasında yaşananlara kadar tüm merak edilenleri HaberVs’ye anlattı.

Röportaj: Ariana Ferentinou
Çeviri: Niyazi Dalyancı – Pınar Keleş
Kamera: Ertan Önsel – Gökhan Tünay
Kurgu: Ertan Önsel
Editör: Güventürk Görgülü

Mehri Belli

1916’da Silivri’de doğan Mihri Belli, İstanbul’da Robert Koleji’ni bitirdikten sonra Amerika’ya İktisat okumaya gitti. Orada gençlik ve işçi hareketlerine katılan Belli, 1940’da Türkiye’ye dönerek Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile ilişkiye geçti. O zamanlar Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi altındaki Türkiye’de ise tek muhalefet parti TKP’ydi. 1943-1944’lü yıllarda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde asistanlığa başlayan Belli, orada İlerici Gençler Birliği’ni kurdu ve sonrasında tutuklandı. 1946’da yurt dışına çıkarak Yunanistan iç savaşında, Yunanlı komünistlerle beraber mücadele ederken iki kez yaralandı. Sonrasında Türkiye’ye pasaportsuz girmekten ve tabanca bulundurmaktan tekrar yargılandı. 1950 yılından sonra Türkiye’ye döndü, ancak bu sefer de TKP yöneticisi olmak suçundan tutuklandı. Bu cezası da bitince, ilk defa 1960’lı yıllarda “Aydınlık Sosyalist Dergi”, “Türk Solu” gibi yayın organlarında yazma imkanı elde ettikten sonra, yazılarından dolayı aylarca hapse mahkum edildi.

Yine bu dönemde Milli Demokratik Devrim (MDD) tezini geliştirdi ve Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi liderlerle de iletişime geçti. 12 Mart 1971 darbesinde yurt dışına çıktı ve ardından, 1974 affından yararlanarak Türkiye’ye döndü ve Türkiye Emekçi Partisi’ni (TEP) kurdu. 1980’de TEP kapatıldı ve aynı yıl gerçekleşen 12 Eylül askeri darbesinin ardından tekrar yurt dışına giderek bir süre İsveç’te yaşayan Belli, 1997’de Türkiye’ye dönerek yakından takip ettiği Kürt sorunuyla ilgili sonradan kitap olarak da yayınlanacak Abdullah Öcalan’la görüşmeler yaptı.

1996 yılında Özgürlük ve Dayanışma Partisi’ni, (ÖDP), 2002’de de Sosyalist Demokrasi Partisi’ni (SDP) kurduktan sonra, 2002 seçimlerinde DEHAP’tan İstanbul 1. Bölge adayı oldu.

İstanbul’da Paskalya

Hıristiyan inancına göre, Hz. İsa’nın çarmıha gerilişi ile yeniden dirilişini sembolize eden Paskalya Bayramı geçtiğimiz hafta kutlandı.

Tüm dünyadaki Hıristiyanlar gibi istanbul’da yaşayan hıristiyan cemaatler de paskalya çörekleri ve boyalı yumurtalarla başlayan paskalya ritüellerini pazar günü kiliselerinde gerçekleştirdikleri törenlerle noktaladılar.

HaberVs, Paskalya’yı ve İstanbul’daki Hıristiyan cemaatlerin paskalya kutlamalarını araştırdı ve izledi.

A Turkish fighter in the Greek Civil War

A bloody Civil War took Greece under its grip just after the defeat of Nazi Germany in World War II. The hostilities between the governmental army supported by the USA and Britain and the Democratic Army of Greece (ELAS) continued until 1949 when the western powers and the Greek government were able to negotiate a peace settlement with the communists after Britain landed combat troops in the country.

Famous Greek director Photos Lambrinos found out by chance that a Turk took part inn the struggle on the side of ELAS and immediately decided to make a documentary about him. He was I said Mihri Belli, a well-known figure in Turkey’s political left.

“It was a casual information given to me by a friend in the beginning of 2007, in Komotini (Gumulcine). He was a Turk from Komotini, Sami Karabuyukoglu. He works at the state radio there. We became good friends and as we were talking about this and that, he asked whether I am aware of the existence of Mihri Belli, I said ‘no.’” Lambrinos explains how he came to know about Mihri Belli.

Karabuyukoglu, tells Lambrinos about Belli’s participation in the Greek Civil War on the side of the communists.

“It was a Tuesday and by Saturday, after I went to Athens and borrowed a camera from a friend, I was in his (Mihri Belli’s) home shooting the first pictures,” says Lambrinos.

They started talking in Greek and as they went on, says Lambrinos, Belli’s Greek became more fluent. He remembered the language he learned on the Rodopi mountains northeastern Greece.

Lambrinos says that he noted down the things Belli had to say about his life as a fighter. “From that initial material shot almost nothing was included in the film. I used that material to set up the scenario, it served as a preliminary work,” explains Lambrinos.

After returning to Athens from Istanbul, Lambrinos found a producer to finance his project.

“The producer, Costas Lambropoulos was enthusiastic about the subject, he took over the production, he gave me a crew, money and everything and I returned to Istanbul immediately. I found him (Mihri Belli), we did shootings at his house, in various parts of Istanbul and also the Four Seasons Hotel which was the prison (during the 19’/50s) where he had spent some time,” explains Lambrinos.

They also shot on the narrow street where Belli was critically wounded at an assassination attempt in 1979.

By train to revisit the battle grounds

After the shooting in Istanbul Lambrinos took Belli, then 92 years old, by a train to Western Thrace.

“We shot material in Alexandroupolis (Dedeagac) and also in Organi, a village up on the Rodopi mountains where he found some old partisans,” Lambrinos says.

“He found two partisans, one Greek and the other Turkish. They were much younger. The Greek was about ten years younger and the Turks was also ten years younger than him. At any rate in the partisan army of that period, the Democratic Army, most of the fighters were extremely young, sixteen years old, boys and girls, eighteen, twenty, twenty five. The instructors were a bit older,” Lambrinos explains.

Lots of Anatolian refugees in the ranks of ELAS

Many of the partisans fighting within the ranks of the communist army were Rums (Anatolian Greeks) who were subjected to exchange of populations between Turkey and Greece in 1923, so they spoke Turkish, Lambrinos says.

Mihri Belli was given the name Kapetan Kemal, (Kapetan was the term that referred to commanders of the partisans forces).

“Both Turkish speaking Muslims and Turkish speaking Pomaks but also many Greeks whose origins were from Mikra Asia (Anatolia) were speaking in Turkish to him until he started learning Greek, which he learned and spoke very well in the end,” says Lambrinos.

Contrary to the general belief, the Muslims of Western Thrace are not rigidly conservative. Many of the Muslims took part in the struggle on the side of ELAS.

“That is why he (Kapetan Kemal) started publishing a newspaper in Turkish called ‘Savas’ and he also prepared and published an alphabet book in Turkish. He also translated the ELAS anthem into Turkish and they all used to sing it together,” says Lambrinos.

Actually, in the documentary Mihri Belli remembers the ELAS march and sings it both in Greek and Turkish.

Kapetan Kemal also set up a 500-man partisan unit called the “Ottoman Regiment” consisting not only of Muslims but also Pomaks and Greeks, Lambrinos says.

Kapetan Kemal was needed on the mountains because of the existence of Muslim and Turkish-speaking elements in the ranks of the Democratic Army, explains Labrinos.

“Pomaks and Turkish origin people were living high up on the mountains, the remotest mountains were liberated first by the Democratic Army,” says Lambrinos.

“Kapetan Kemal” was received enthusiastically in Greece

Lambrinos says that “Kapetan Kemal” was first shown a month ago at the Salonica Film Festival and was received very enthusiastically by the audiences. In Athens too, the film was shown at a movie house for three days to a packed audience.

“The reactions were very positive. What I found interesting was that although Kemal makes some ‘stinging’ remarks about the Greek-Turkish war of 1919-1922, nobody reacted. Nobody told me, ‘How he can say such things!’ Because what he said was quite the opposite of the things that has been established as stereotypical in Greek history,” says Lambrinos about how his film was received by the audiences.

Newsreels as elements of historical documentaries

Lambrinos explains that he has been working with newsreels for the last 40 years and using them as elements for is documentaries.

“Newsreel is not something that we should accept as autonomous and undisputed evidence. We use that material to understand what actually happened, because they do not always tell the truth, or rather they almost never tell the truth. So we know what it shows but we have to handle it in a way in order to understand and comprehend what exists behind them,” says Lambrinos

“In other words, we use them for illustration not for documentation. There is a vast difference between the two,” he adds.

“Mihri Belli’s life resembles the life of my parents”

About Mihri Belli or as he calls him “Kapetan Kemal,” Lambrinos said, “I do not have special knowledge about his political course, his theory of revolution. I think, as he himself says, he is a Marxist revolutionary with whom you may agree or disagree. But what I consider as his greatest qualification is that he has a very high sense of humor and self sarcasm. I personally adore this. This was crucial for to get to love him very much. That was why during the screening I said that his life and his wife’s life resembles very much that of my mother and father,” said Lambrinos

Ariana Ferentinou