‘Avken yem olduk’

Gazeteci Hrant Dink, öldürülüşünün 3. yıldönümünde anıldı. Dink’in kurucusu olduğu Agos gazetesinin İstanbul Şişli’deki bürosunun önünde yapılan anma törenine katılan yaklaşık üç bin kişi, suikastın gerçek faillerine ulaşılamamasını eleştirdi.Cinayetten 3 yıl sonra oğul Hrant Dink, ilk kez basının önünde sert bir konuşma yaptı. “Bu ülkede babası üç yıl önce öldürülmüş birisi olarak ağlayamıyorum” diyerek başladığı konuşmasında Arat Dink, babasını öldüren asıl faillerinin gizlendiğini belirterek, “Duruşmalarda bizimle dalga geçen çocukar yalnızlar mıydı? Üç yılda adalet adına ne oldu? Hesabı sorulcak 3 yıl daha eklendi. 100 yıl önce avdık, şimdi yem olduk” dedi.

Buraya bir kuş konmuş…”

Öğle saatlerinden itibaren, Şişli Halaskargazi Caddesi’ndeki Agos gazetesi binası önünde toplanmaya başlayan vatandaşlar, Dink’in öldürüldüğü yeri de daha önce olduğu gibi yine karanfiller ve mumlarla donattı. Anma törenine katılanlan, Hrant Dink’in ”Tek yolumuz bir arada yaşamayı savunmak olmalı. Bu yol, hem aklın, hem vicdanın gereği” sözlerinin yazılı olduğu bir pankart önünde mumlar yakılarak, karanfiller bıraktı. Ellerinde “Hrant için adalet için”, “Katiller tanıyoruz” yazılı dövizler taşıyan vatandaşlar, “Faşizme inat kardeşimsin Hrant”, “Hepimiz Hrant’ız hepimiz Ermeniyiz”, “Katil devlet hesap verecek”, “Hrant’ın katili Ergenekon devleti” sloganları attı. Dink’in öldürüldüğü saat 15.00’te saygı duruşuyla devam eden törende yönetmen Sırrı Süreyya Önder yaptığı konuşmada, tehditler altında Dink’in nasıl hedef hale getirildiğini anlattı. Konuşmasına “Altına girmek için cevahir ömrünü feda ettiğin Anadolu topraklarının çocuklarına, henüz küçücük bebeklerken anlatılan bir masal vardır. Çocuğun minicik avcunun tam ortasına yetişkin bir parmakla basılır ve ‘Buraya bir kuş konmuş..’ diye başlar. Sonra devam edilir. O minicik parmaklar tek tek, bir güvercinin nasıl katledildiğine dair ayrıntılı bir ‘operasyona’ suç ortağı yapılarak anlatılır. “Bu tutmuş’ denilir önce. ‘Bu tüylerini yolmuş’ denir ardından. ‘Bu pişirmiş’ dedikten sonra, ‘Bu yemiş’ diyerek masalın vahşet boyutu iyice ballandırılır. Adını serçeden alan en küçük parmak ‘Hani bana hani bana?’ diyerek ağlamaktadır masalın sonunda…” diye başlayan Önder, “Bu ülkeyi kocaman bir avuç olarak düşün sevgili kardeşim. Masalları bile vahşetin suç ortaklığıyla bezeli bir iklimin tam da avucunun ortasına konmuştun, bütün tedirginliğinle” diye devam etti.

Katillerini tanıyoruz

Dink’in katillerinin, “Bu tutmuş” denilenler olduğunu belirten Önder, “Serçe kadar aklı olmayanlar, bir alıcı kuş gibi çöktüler üzerine. Mahkeme kapılarına darağaçları kurdular. Tescilli çakalları oraya üşüştürdüler. Güvercin kasapları da diyebiliriz onlara. Katillerini tanıyoruz; mermiyi şarjöre ilk onlar yerleştirdi… Kanadı kırık kuş merhamet ister diyemediler. Katillerini tanıyoruz; mermiyi namluya sürenler onlardır. Katillerini tanıyoruz; seni nişangah aynasına koyup, kahpe pusuya düşürenler onlardır. Dünyanın bütün dinlerinde ve dillerinde arkadan vuran kalleştir. Katillerini tanıyoruz: tetiği çeken onlardır. Bizler, hani bana demeyenler, bu zalimler sofrasına haykırıyoruz. Hepiniz asli failsiniz! Hepinizi tanıyoruz!” dedi.

Mahkeme dalga geçti

Kocasının öldürüldüğü yere karanfil bırakan ve Önder’in konuşmasını dinleyen Rakel Dink de oğlu Arat Dink’le birlikte bir konuşma yaptı. Agos Gazetesinin pencerksinden kalabalığa seslenen Rakel Dink, “Hepiniz hoşgeldiniz. Sizlerle adalet ve sevgi yolunda yürüyeceğiz” dedi. Cinayetten sonra ortaya dökülen tüm rezaletlere rağmen vakurluğunu bozmayan aile adına ilk kez oğul Arat Dink, sert bir konuşma yaptı. Babasının öldürüldüğü sırada yaşadığı acı ve öfkenin üzerine ortaya konan tepkilerle birlikte inanılmaz bir şaşkınlık eklendiğini belirten Arat Dink, “Burası çok garip bir ülke. Bu ülkede babası üç yıl önce öldürülmüş birisi olarak ağlayamıyorum. Üç yılda adalet adına ne oldu? Hesabı sorulacak üç yıl daha eklendi. Tetiği çeken üç çocuk mahkemede bizimle dalga geçerken yalnızlar mıydı? Tek tek örnek vermeli miyim? Babam öldürülmeden üç gün önce bir yazı yazdı. ‘Bu ülkenin valiliğine çağrıldım, odada bulunan iki istihbaratçıyla bana haddim bildirilmeye çalışıldı’ dedi. Mahkemeye sorduk bu iki kişi kim diye? Mahmeke valiliğe sordu, valilik bir buçuk sayfa masal anlattı. Tekrar sorulsun dedik, mahkeme ‘cevap karşılanmıştır’ dedi. Mahkeme bizimle dalga geçmedi mi?” dedi.

Avdık yem olduk

Öfkeli ve acılı olduğunu söyleyen Dink “Bütün dünyanın camını çerçevesini indirmek istiyorum. Önce Agos’un camlarını, sonra da babamın büstünü parçalayacağım. Ben büstleri değil insanları seviyorum. Ama vakarı korumak lazım. Siz bunu üç yıl önce gösterdiniz, üç yıldır gösterdiniz. Asıl öyle kalabalık olmak lazım. Devlet onu yönetemiyor, korkuyor. Kafes Planı diye bir plan ortaya çıktı. Planda, ‘Hrant Dink operasyonu’ diyor. Gayrı Müslümlerin üzerine korku salmaktan bahsediyor ama medya yazmıyor. Bugün bu ülkede belki yüzde 20’ydik. 100 yıl önce avdık, şimdi yem olduk” dedi.

Sulukule’nin altı

Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi, 13 Ocak’ta yayınladığı “Sulukule’de Yenileme Projesi ve Arkeolojik Kalıntılar” başlıklı duyuruda şunu söylüyor:

Yıkımların ardından çok büyük bir hafriyat yapıldığı ve bu hafriyat içinde çok miktarda -olasılıkla Bizans Dönemi’ne ait- kırık mimari kalıntı parçaları bulunduğu gözlenmiştir. Bu kalıntı parçaları, bu alanda kültür varlıklarının açıkça tahrip edildiğinin kanıtlarıdır.”

Arkeologlar, bugüne kadar belediye görevlileri, inşaatçılar ve dozerlerden başkasının uğramadığı bu alanda yüzlerce yıllık kültürel eserlerin tahrip edildiğini söylüyor.

Dikkat ederseniz söz konusu tahribat, mevcut yapıların yıkımı esnasında yapılıyor. Gözle görülür, somut yapılar yok ediliyor. Peki ya görünmeyenler?

Söz konusu alan, İstanbul’un tarihi merkezinin son sınırlarını çizen -Theodosius- kent surlarının hemen dibinde. En düşük ihtimalle en az 1000 yıldır, kesintisiz yerleşim gören bir bölge.

Dahası da var: Bizans dönemi uzmanlarına göre, antik kaynaklarda ismi geçen, o bölgede bulunduğu bilinen ama kesin yeri tespit edilemeyen yapılar da büyük ihtimalle Sulukule’nin altında yatıyor. Örneğin İmparator Iustinos’un Deuteron Sarayı.

Sulukule’nin yasalarla da belirlenmiş bir statüsü var: Kentsel ve tarihi sit alanı. Kanunlara göre devlet, bu alanda saklı kültür varlıklarını tespit etmeden ve bunları koruyucu önlemleri almadan önce -klişe tabirle- buraya “bir çivi bile çakılamaz”.

Tüm bunların özeti işe şu: “Sulukule’de arkelojik araştırma ve kazı yapılması gerekiyor.”

Alanda şimdilik -sadece- toprak üstündekileri tahrip etmekle meşgul dozerler dolaşıyor.

Toprak altına ne olacağını yakın zamanda göreceğiz. Çünkü inşaat hazırlıkları tamamlandı.

Adım adım aşk

Aşk yolunda adım adım, 16 Ağustos’ta İstanbul’dan başlayıp 30 Eylül 2009’da Konya’da noktalanan bir yolculuk. Ceyda-Emrah Altuntecim çifti, sevgi, umut, ve aşka dikkat çeklek için sekiz ayrı ilden geçerek Konya Mevlana Türbesi’ne kadar 1,5 milyon adım attı. Sedat Şahin ve Gökhan Aras da bu yolculugu kameralarıyla ölümsüzleştirdi.

İstanbul’dan Konya’ya kendi deyimleriyle “aşk yolunda adım adım” yürüyerek giden Ceyda-Emrah Altuntecim, bu yolculuğu belgesel haline getiren Sedat Şahin ve Gökhan Aras’ın çekimler sırasında kendilerine engel olmak bir yana, cesaret verdiğini söylüyor.

Altuntecim çifti yolculuk sırasında hem varlığı hem de yokluğu yaşadıklarını, ancak ruhen hiç yorgunluk hissetmediklerini anlatıyorlar.

48 günlük bu yolculuğun kahramanları Ceyda-Emrah Altuntecim ve bu yolculuğu seyircilere ulaştıran Sedat Şahin, HaberVesaire‘nin sorularını yanıtladı.


İstanbul’un ‘tatlı’ belleği: Baylan

HaberVs muhabirleri Sinem Yapıcıkardeşler ve Niso Esim, Harry Lenas’la, sadece İstanbul’un en eski pastanesi değil, aynı zamanda Türkiye’nin en köklü markalarından Baylan’ın kakao ürünleri firması ALTINMARKA’ya satışının yapıldığı haberi üzerine görüştü. Ve pastanenin ikinci kuşak sahibi Lenas, firmayla imzaladığı ortaklık anlaşmasını yukarıdaki sözlerle cevapladı: “Bu firma ölmesin. Ben 86 yıl taşıdım bu bayrağı. Ama benim kendi çocuğum yok. Anlaşma, bu bayrağın taşınması için yapıldı.”

Hemen düzeltelim; Baylan’ın Ülker Grubu’na satıldığı haberi geçtiğimiz günlerde basında yer almıştı. Satış haberi doğru olmakla birlikte, anlaşmanın yapıldığı firmanın ismi bu haberlerde yanlış verildi. Harry Lenas’ın aktardığına göre o hayatta olduğu sürece (yaşının yazılmasını istemiyor!) yönetim Lenas’ta olacak. Lenas’tan sonra yönetim bu firmaya geçecek.

“Baylan İstanbul için –hatta, Harry Lenas’ın mütevazılığını bir an için unutup- Türkiye için ne ifade ediyor” diye soralım. Cevabı epey uzun:

İlk Baylan, 1923’te Beyoğlu’nda açılıyor. (Pastanenin ilk ismi, Fransızca L’Orient (Şark) sözcüğünün okunuşu olan Loryan). Beyoğlu’ndaki bu ilk pastaneyi, 1925’te Karaköy meydanındaki ikinci şube izliyor. Arnavutluk göçmeni, Rum Filip Lenas’ın açtığı bu iki işletme kısa zaman içerisinde dönemin önemli pastaneleri Markiz, Lebon ve Moskova ile rekabet edebilecek seviyeye gelir. Çünkü Filip Lenas, pastacılığı Fransızların çalıştırdığı ve Türkiye’nin ilk çikolata imalathanesi Mulatiye’de öğrenmiştir.

Her iki şube de, muhit değiştirmemekle birlikte farklı binalara taşınıyor. Bu şubeleri, 1939’da Karaköy’de faaliyete geçen Baylan Çikolata Fabrikası izliyor. Ve tıpkı şubeler gibi bu fabrika da 1953’te taşınarak Gayrettepe’ye gidiyor. Ancak “kötüleşen şartlara dayanamayan” Beyoğlu Baylan 1967’de, fabrika 1984’te, bugün Axa Oyak’ın bulunduğu tarihi binada faaliyet gösteren Karaköy Baylan ise, bu binanın onarıma girmesiyle 1992’de kapanır.

Ansiklopedilerde bulabileceğimiz bilgiler Baylan’ın Cumhuriyet’le başlayan öyküsünün kilometre taşlarını belirtiyor. Ancak, insanlar için ne ifade ettiğini pastanenin internet sitesindeki şu bilgide bulabiliyoruz:

“Karaköy’deki Baylan Tünel ile Karaköy’e inen Kadıköy yolcularından bir çoğunun vapura koşmadan önce ayakta ‘Cup Griye’ yedikleri, pasta ve çikolata aldıkları bir dükkan konumundayken, Kadıköy Baylan da asmalı bahçesiyle her yaştan insanın severek gittiği bir pastane olarak bilinir. Beyoğlu’ndaki Baylan ise her dönemde ünlü edebiyatçıların buluştukları, toplanıp söyleşiler yaptıkları bir yer olarak anılarda kaldı.”

Yine sitedeki bilgiye göre Beyoğlu Baylan’ın müdâvim edebiyatçıları arasında Attila İlhan, Oktay Akbal, Behçet Necatigil, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Haldun Taner, Cemal Süreyya, Salah Birsel, Peyami Safa, Orhan Kemal, Orhan Duru, Ahmet Oktay, Fethi Naci, Leyla Erbil, Tomris Uyar ve Sevim Burak gibi isimler var. “Baylancılar” olarak anılan bu isimlerin yarattığı ekol edebiyatımızda Baylancılar Akımı olarak anılıyor.

İşte Baylan’ı nostaljik bir ansiklopedi maddesi yapmaktan öteye ve bugüne kadar taşıyan yer ise, Filip Lenas’ın küçük oğlu Mihal tarafından 1961 yılında açılan Kadıköy şubesi. Kadıköy Baylan, günün her saati işinin başındayken görebileceğiniz Haryy Lenas tarafından yönetiliyor.

Doğrusu Harry Lenas da sahibi olduğu Baylan gibi ansiklopedide maddesi yazılabilecek bir isim. Filip Lenas’ın büyük oğlu Harry, alaylı babasının aksine pastacılık eğitimini Zuckerbaecker Schule (Viyana) ve Richmont Fachshule’de (Luzern, İsviçre) almış. Mövenpick Restaurant’da çalışmış, Gefrat Solingen’de çikolatacılık kurslarına katılmış. 1954’te Türkiye’ye döndüğünde Karaköy’de tünel çıkışının karşısında ilk gündüz barı “Tagesbar”ı açmış.

İşte Baylan’ın damaklarımıza armağan ettiği, başta Cup Griye olmak üzere pek çok tatlı lezzet Harry Lenas’ın elinden çıkma. Baylan Pastanesi, 1960’lı yıllarda çıkardığı ürünlerle Türkiye’de tatlı sektörüne yön veren bir marka haline geldi. Ve 86 yıl önce başladığı, günün tanımıyla “butik” üretimi bugüne taşıdı.

Baylan ve Harry Lenas, İstanbul’un “tatlı belleği”. Ama Lenas’ın, bu sayfadaki kutucuğa tıklayarak izleyebileceğiniz görüntülü haberin sonunda söylediklenin altını çizmek lazım: “Fazla şube açmayacak Baylan. Çünkü fazlalaşırsa kontrolü de kaçırırsın, kaliteyi de bozarsın. Az ve öz olması lazım. Bu meslek el işidir, fabrikasyonla olmuyor. Emek ister.”

Uzun bir ömür dilediğimiz Harry Lenas’ın Baylan hakkındaki temennisinin doğru çıkmasını umuyoruz.

Müzik gönüllülerine Almanya’dan ödül


Geçtiğimiz günlerde İstanbul Edirnekapı’da dört yıldır devam ettirilen bir sosyal sorumluluk projesine Almanya’dan bir ödül geldi. 7 ila 14 yaş arasında çocuk müzisyenlerin oluşturduğu, “Barış İçin Müzik” topluluğu Almanya’da Deutsche Bank tarafından verilen sosyal sorumluluk ödülü “Urban Age”i kazandı. Okul saatlerinden sonra Ulubatlı Hasan İlköğretim okulunda grubun kurucusu Mehmet Selim Baki tarafından yaptırılan müzik atölyelerinde çalışan yetenekli eller, gönüllü olarak çalışan deneyimli hocalardan akordeon, flüt ve solfej dersleri alıyor. Grubu Ulubatlı Hasan İlköğretim okulu dışında yine Edirnekapıda’da bulunan Alparslan Ticaret Meslek Lisesi ve Muallim Naci İlköğretim Okulundaki öğrenciler oluşturuyor. Grubun kurucusu mimar Mehmet Selim Baki, Almanya ve Türkiye’deki mimarlık işlerini bırakarak tüm zamanını bu gruba adamış durumda. Tek idealinin çocuklar için daha güzel bir gelecek olduğuna dikkat çeken Baki, “Barış İçin Müzik” projesinin dünya çapında bir rol model olabileceğini belirtiyor

Grubun 4 senedir koordinatörlük görevini sürdüren Yeliz Yalın, yetenek avcısı olmadıklarını vurgulayarak bu işi sadece müziğin dönüştürücü gücüne inandıkları için yaptıklarını söylüyor.

Akordeon öğretmenliği yapan Bayrak Beratlı, gruba katıldıktan sonra işin ciddiyetini daha iyi anladığını ifade ediyor ve öğrencilerin gelecekte önemli birer müzisyen olabileceklerini düşünüyor.

Bir diğer akardeon hocası Mirela Muço ve Flüt eğitmeni olan Turgay Özdemir gruba katılarak çocukların dünyasını çok daha iyi keşfettiklerini anlatıyorlar.

Kurgu: Niso Esim

Kentsel dönüşüm tartışması

İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde 13-14 Kasım 2009 tarihinde gerçekleşen Kent ve İnsan Hakları Sempozyumu’nun ilk oturumu Dolapdere kampüsündeki mahkeme salonunda gerçekleşti. Moderatörlüğünü Turgut Tarhanlı’nın yaptığı oturuma Gazi Üniveristesi Mimarlık Bölümünde öğretim görevlisi olan Hüseyin Sadri, Doğuş Üniversitesi Mimarlık Bölümü öğretim görevlisi Senem Zeybekoğlu Sadri ve İstanbul Mahalle Dernekleri Platformunu temsilen Erdoğan Yıldız katıldı. Konferansın konusu kentsel dönüşüm projesi kapsamında gerçekleştirilen projelerdi. Bu kapsamda projelerin mimari açıdan doğruluğu ve projeler kapsamında evlerini terk etmek zorunda kalan insanların durumu tartışıldı.

Konuşmacılardan Senem Zeybekoğlu Sadri, neo-liberal uygulamalar nedeniyle kentlerin birer yatırım ve rant alanına dönüştüğünü vurguladı. İstanbul mahalle derneklerinin beraber çalışma konusunda sıkıntı çektiğine, daha organize çalışmaları gerektiğine dikkat çeken isim de bu platformu temsilen sempozyuma katılan Erdoğan Yıldız oldu.

Bu arada Sınır Tanımayan Otonom Plancılar grubu tarafından hazırlanan, alternatif Sulukule projesinin TOKİ’ye sunulduğu. Bu projenin de bölgeden sorumlu yenileme kurulunun onayını beklediği belirtiliyor.

Bir zamanlar Sulukule’de


Sulukule’de yüzlerinden gülümseme eksik olmayan Romanlar, hünerli ellerin çaldığı enstürmanlardan yükselen müziğe kıvrak danslarla eşlik eden kadınlar, sokakları dolduran çocukların kavga dövüş içinde duyulan sesleri yok artık. Yıkıldı, yıkılacak derken yaz sonu gelmeden, eski neşesinin yerini önce buram buram hüzün kokan enkaz yığınları ardından şimdilik dümdüz edilmiş boş araziler aldı. Kimsenin, ardında kamu yararı bulunduğunu iddia edemeyeceği adına “kentsel dönüşüm” denen bir “soylulaştırma” ya da rant projesi uğruna insandan, kültürden ve tarihten arındırılan bir semt, “Bir zamanlar Sulukule’de…” diye başlayacak anıların mahallesi oldu artık.

Haklarını yemeyelim. Evleri yıkılmasın, kültürleri yok edilmesin, karınları doymaya devam etsin diye çok uğraştı Romanlar ya da yaygın adlarıyla çingeneler. Azımsanmayacak bir destek de buldular. Sezen Aksu’dan Gogol Bordello’ya kadar kimler gelmedi ki yanından yöresinden geçenlerin burun kıvırarak kafasını çevirdiği o semte. Ama olmadı. Dünyanın bilinen ilk yerleşik çingene topluluğu Sulukuleliler 2 yıl içinde zorla tahliye edildi.

Sulukule’nin son günleri

Ulusal ve uluslararası basının haberlerine, Avrupa Parlamentosu’nun raporlarına, öğrencilerin tezlerine, belgesellere konu oldular. Öyle ki internetin en yaygın kullanılan arama motoru Google sayfasında “Sulukule” ve “yıkım” sözcüklerini bir arada yazdığımızda yaklaşık 400 bin sonuç çıkıyor ortaya. Bugüne kadar yapılanların iyisi vardı ya da kötüsü işe yarayanı ya da yaramayanı vardı. Ama içlerinden biri var ki tamamlandığında “Sulukule’de ne oldu? Yok edilen neydi?” sorularının yanıtını en iyi verecek olanlardan biri. Cem Madra’nın henüz tamamlanmamış bu yüzden de dek pek bilinmeyen belgeselinden bahsediyoruz. Madra’nın, “Sulukulenin son günleri” adını verdiği belgelesini diğerlerinden farklı kılan ise “içeriden” bir gözle yaşananları bize anlatması.

Bir tarihin nasıl yok edilebiliceğinin belgesi

Çünkü Madra, belgeseli yapmaya karar verdiğinde bir ev kiralayarak 6 ay boyunca Sulukule’de yaşamış. Yıkım kararı verildikten sonra geçen olayları, verilen mücadeleleri, hayal kırıklıklarını ve kaybedenin sadece Sulukuleliler olmadığını gösteren bütün süreci yakından ve birebir içeriden takip edip aktarıcı görevi üstlenen bir belgesel çıkmış ortaya. Belgeselin adına bakıp göreceğinizin sadece yok edilen bir kültürün son anlarına kamera doğrultulmuş bir tanıklık olduğu anlaşılmasın. Semtin yaşayanları için bir “felaketin” çevresinde dönen belgesele bir kültürün ve kepçe darbeleriyle bir tarihin nasıl yok edilebiliceğinin belgesi adeta.

Yarını düşünmezken gelecek korkusu duymak

Belgesel her mahallede olduğu gibi Sulukule’de de olan belli karakterlerin üzerinden ilerliyor; mahallenin bakkalı, amcası, delisi, çocuğu… Belgeselin bilgilendirip ahkam kesme amacı yok. Bilmeyen ya da kulaktan dolma bilgilere sahip kişiler için bir efsane halini alan çingene kültürünü yansıtmak gibi bir amaç da güdülmüş değil. Otantik özelliklere sahip bir İstanbul mahallesinin adım adım yok ediliş süreci, yaşanan tüm gerçekler herhangi bir kurgu olmadan izleyecek olanlara aktarılıyor. Madra da zaten en çok dikkat ettiğinin bu olduğunu, görüp tanık olduklarını izleyicinin de görmesini istediğini söylüyor. Sulukule’ye adım attığında en çok ve ilk dikkatini çekenin daha önce hiç görmediği bir yoksullukla karşılaşmak olduğunu söyleyen Madra, “Ama bunun temelinde ne olduğunu da aramadım. Evet Sulukule’de yaşayanlar bir günden daha ilerisini pek düşünmüyorlardı. Ama durum o kadar kötüydü ki, her an evlerinin yıkılabileceğinin ve sokakta kalabilceklerinin ve bir sonraki günü düşünmedikleri geleceklerinin olmadığının farkındaydılar. Çünkü biliyorlardı ki Sulukuleliler için evlerini kaybetmek aynı zamanda kültürlerini kaybetmek anlamına geliyordu” diyor.

Gidenler döndü

Mahalle yaşamının en önemli yanının dayanışma olduğunun altını çizen Madra tam da bu yüzden Taşoluk’ta çok katlı apartman dairelerine gitmek zorunda kalan ailelerin neredeyse tamamının Sulukule’ye olamasa bile Karagümrük ve Balat gibi etraftaki mahallelere geri döndüklerini anlatıyor:

“Sulukule’de hayat dışarıda geçiyor, sokaklarda, insanlar evde oturdukları zaman bile bahçelerinde ya da avlularında zaman geçiriyorlar. “Anakarnı” benzetmesi Sulukule ile birebir örtüşüyor. Orası dışarıdan gelenler için olmasa da kendileri için çok güvenli. Çocuklar oranın çocukları, herkes birbirini tanıyor. Aynı tastan çorbayı bölüşüylorlar. Parası yoksa da karnının doyacağını, bakkalından veresiye ekmeğini alacağını biliyor. Bu insanlardan nasıl bir apartman dairesinde oturmalarını bekleyebilirler ki? Belgeselin devamı Sulukule evlerinin yerine yapılacak binalar ve yaşayanları olacak. Böylece iki durum arasında ki tezatlığı göstererk söylemeye çalıştığımı daha iyi anlatabilmiş olacağım.”

Herkes dışarı itilmeden payını alır

Sulukule’de geçen hayatı anlatmak ise belki de konunun en zevkli kısmı ama maalesef Cem Madra çekimlerine başladığında o hepimizin bildiği neşeli Sulukule’den uzak bir ortamın içine girmiş. Ama Sulukuleliler ne kadar acı çekseler de eğlence içlerinde var bunu saklamayı hiçbir zaman beceremiyorlar. Ciddi bir konunun ortasında dahi herşeyi birkaç dakika için bile olsa bırakıp eğlenmeye, dans etmeye ve şarkı söylemeye hâlâ hazırlar. Tek fark bunun bu süreç içerisinde dozerlerin ve devlet memurlarının gölgesinde eskisi kadar sık yaşanamamış olması. Adına kentsel dönüşüm denilen projelerin sadece Sulukule’yle sınırlı olmadığını vurgulayan Madra, “Halkın en alt tabakası olan çingenelerle başlayan bu kent merkezinden yavaş yavaş sürülme hareketi giderek yaygınlaşacak. Kentin burjuvazisi ve aristokrasisi dışında kalan herkes de zamanla bu dışarı itilmeden paylarını alacak” diyor.

Sulukuleli olmayan direnişçi

Belgeselin içinde aslında Sulukule’den olmayan bir karakter de var: Hacer Foggo. Semtle ilgisi olmamasına rağmen Sulukule’nin yok edilmemesi için yürütülen mücadelede başı çeken ve “onlardan” biri olarak belgeselin belki de en ilginç karakterlerin biri haline dönüşen bir aktivist. Aynı zamanda Sulukule Plaformu Sözcüsü ve belki de medyanın ilgisini Sulukule’ye çekmek için en çok çalışan ve en başarılı olan isim. Belgeselin içinde kah yıkım görevlileriyle tartışırken, kah omuzunda yorgan döşek taşırken ya da Sulukulelileri örgütlemeye çalışırken görüyoruz. Sulukule’de ki yıkımların bu kadar tepki görmesinin en büyük sebeplerinden biri de hiç kuşkusuz Hacer Foggo ve Sulukule Platformu’nun yaptığı çalışmalar. Bu sayede yıkım sürecini yaklaşık 2 yıl erteletmeyi başardıklarını hatta UNESCO ve AB İlerleme Raporları’na Sulukule’yi sokmayı başardıklarını anlatıyor.

Foggo artık bazı üniversitelerde kentsel dönüşüm yada şehir planlama derslerinde Sulukule’nin ders olarak okutulduğundan bahsediyor. Özellikle okullarda tez olarak bu konu hakkında cok şey yazıldığını anlatıyor ama bunların hepsinin, yazılan haberlerin ve tezlerin, zamanla uçup gittiğinden bahsediyor. Bu belgesel sayesinde artık ellerinde daha kalıcı bir kaynak olacağının da altını çiziyor. Ancak gösterilen tüm bu çabalara ve çalışmalara rağmen sonuçta Sulukule’nin kentsel dönüşüm projesinden sağ çıkmayı başaramadığını kaybolan neşesinden ve dümdüz edilmiş sokaklarından çok net bir şekilde görülüyor. Neredeyse bin yıllık bir geçmişi olan tarihin ilk yerleşik Roman mahallesi de böylece içinde bulundurduğu, kendisine has dokusu ve güzellikleriyle birlikte tarihe karışmış oldu. İnsan ister istemez soruyor: “Acaba İstanbulun lüks ve eğitimli ve para sahibi olanların yaşadığı bölgelerde bu kentsel dönüşüm ve kentsel yenileme projeleri neden uygulanmıyor?”

Yazı:
Video
: Cem Madra

Dönmesine döndüler ama…

İstanbul’un tarihi merkezinden, 50 kilometre uzaktaki toplu konutlara gönderildiler. Değil ev taksidini, yakıt parasını bile ödeyemediler. Sulukule’den giden 437 haneden sadece 12’si Taşoluk’ta kaldı.

Tarihi kökeni Bizanslılara kadar uzanan Sulukule yaşayanları, ünlü ya da ünsüz destekçilerinin tüm karşı çıkışlarına rağmen yok edildi. Geçmişten günümüze uzanan kültürel dokusu ve eğlence anlayışı ile İstanbul’un önemli renklerinden birisi daha karartılınca Türkiye’nin utanç karnesine bir kırık not daha eklendi. Dünyanın bilinen ilk yerleşik çingene topluluğu kabul edilen Sulukuleliler evlerinin yıkılmasıyla mecburen “göçebe” çingeneler arasına katıldı. Adeta bir tecrit politikasının izlerini taşıyan bir uygulamayla doğup büyüdükleri, kendilerini var ettikleri mahallerinden olabildiğince uzağa, Taşoluk beldesine gönderildiler.

Giden döndü

Evlerini, iyisi ve kötüsüyle geçmişlerini “kentsel dönüşüm” adı altında yıkan Toplu Konut İdaresinin önlerine bir fırsatmış gibi sunduğu nihayetinde topu koca koca taş binalardan oluşan görece konforlu evlerde yaşayamadı Sulukuleliler. 437 aileydi Taşoluk’a sürüldüklerinde şimdi kalanlar parmakla sayılıyor artık. Sulukuleliler kendi evlerine olamasa da ait oldukları yere Karagümrük ve çevresine geri döndü. Dönmelerine “Taşoluk şehir merkezine çok uzak”, “Evlerin giderlerini karşılayamıyoruz”, “İşe gidip gelmekte zorlanıyoruz” gibi bahaneler sıralasalar da; dile getirilemeyenin kahvesinde oturulan, bakkalında veresiye defteri tutulan, bir tas çorbaya bir kaç kaşığın ortak olabildiği mahalle kültürü olduğunun farkında hepsi de.

Evler yitirildi kültürü kurtaralım

Bir dönem ellerinde fotoğraf makineleri, omuzlarında kameralarla dolaşan gazetecilerin, haberlerin de sürgünlüklerini değiştirememesinden mi bilinmez konuşmak istemiyor hiçbiri. Kameramızı gördükleri anda yıkık dökük binalar arasından “yeter artık bizi daha fazla haber yapmayın” sesleri yükseliyor. Konuşan yine bildik bir isim, mahallesinin yıkılmasına karşı en başından ve yılmadan karşı çıkıp sesini yükselten Sulukule Romanlar Derneği Başkanı Şükrü Pündük oluyor. Bu tarihi ve kültürü ortadan kaldırarak bir çözüm ürettiklerini düşünen siyasilerin aksine Pündük dernek çatısı altında kurulan Sulukule Roman Orkestrası, kadınlar için açılması planlanan dikiş nakış atölyeleri, bu atölyelerde üretilen roman kıyafetlerinin defilesi ve dünyaca ünlü müzisyenlerle yapılan ve yapılması planlanan yurtiçi ve yurtdışı konserleriyle beraber Taşoluk’a sürüldüktensonra geri dönen halkın maddi ve manevi yaralarını sarmaya çalışıyor.

Kentsel değil rantsal dönüşüm

Kentsel dönüşüm projesinin onaylanması ve yürülüğe konması ile beraber Sulukule’lilerin haklarını aramasındaki en önemli isim olan Şükrü Pündük yapılan imar planlarının aslında kentsel dönüşüm değil rantsal bir dönüşüm olduğunu iddiasında. Yaşadıkları sıkıntıların 1992 yılında başladığını belirten Pündük, “O dönemde İstanbul Emniyet Müdürü olan Sadettin Tantan ve Beyoğlu’nda görev aldığı süre içerisinde Kürtleri, tinercileri ve trvastileri bölgeden ‘temizleme’ konusunda nam salan ve Sulukule’de de ‘temizlik’ yapması amacıyla bölgeye atanan ‘Hortum’ lâkaplı emniyet amiri Süleyman Ulusoy’u bölgemize verdi. İlk iş çalıştırdığımız eğlence yerlerinin ruhsatsız olduğu gerekçesiyle kapatılması oldu. Sonrasında Fatih Belediye’si de eğlence yerlerinin vergilerini ödediğimiz halde kullanılan mekanları tarihi eser kapsamında sayarak ruhbat vermedi. Burada yaşayanlar için müzik, eğlence biterse ekonomik kriz de başlar ki öyle de oldu. Nihayetinde 1992 yılında tarihi eser dedikleri yerler 20 yıl daha eskidikten sonra kentsel dönüşüm projesiyle yıkılacak alan haline geldi. Bunun adı rantsal dönüşümdür” dedi.

İngiltere Kraliyet Filarmoni Orkestrası’yla konser

Sulukule halkının belediyenin kendilerini Taşoluk’a yerleştirmelerinden sonra mahalle kültürlerinin tamamen bittiğinden yakındığını belirten Pündük, daha önceden “at arabacılığı, müzisyenlik, esnaflık” gibi işi olanların da semtten gönderildikten sonra bunu kaybettiğini söylüyor. Geri dönüşlerin sebebinin de ekonomik sorunlarla bağlantılı olduğunu vurgulayan Pündük, “Bizim aylık kazancımız 500 TL. Taşoluk’ta yapılan evler merkezi ısıtma sistemi ile çalışıyor, sen evde olmasan da bunun ücretini yine ödemek zorundasın. Bir de bunlara yeme, içme ve yol masraflarıda eklenince gel sen çık işin içinden” diye konuştu.

Sulukule Romanlar Derneği’nin mahallelerini yıktırmamak için uğraştığını ancak bir çözüm bulamadığını belirten Pündük bundan böyle evlerinden olanların kültürleriyle kendilerini nasıl verdeceğinin kavgasına giriştiğini söylüyor. Hem ekonomik hem de sosyal bir ortam yaratacak projelerin hazırlığı içinde olduklarını belirten Pündük iş atölyeleri, roman kıyafetleri defilesi gibi projelerin içinde en heyecan verici olanının ise bir konser olduğunu söyledi. Pündük, Berlin Müzik Festivaline de davetli olan orkestranın İngiltere Kraliyet Filarmoni Orkestrası ile hem Türkiye’de hem de İngiltere’de konser vereceğini söyledi.

Altın kafese de koysalar…

Taşoluk’tan geri dönenler arasındaki müzisyen Ali Haşhaş ise, “Seni altın kafese koysan yine bir dal ararsın çünkü orası senin vatanın, ben orada 3 gün durdum hep kargalar gördüm hiç kanarya göremedim, onun için mecbur kaldık geri döndük. Burdaki insanların müzisyen olduklarını hesaplayamıyorlar. Müzisyen demek, tırnağından saçının teline kadar sahnede izlenir.Çaldıkları enstürmanlarla Türkiye Cumhuriyet’ini temsil ederler. Biz bu bölgede her zaman davulumuzla zurnamızla vardık bundan sonrada olacağız” diye ifade ediyor hissetiklerini.

 

Türkiye’nin konuştuğu klip

Son günlerde Türkiye’deki internet kullanıcıları arasında tam bir “Doğa için çal” çılgınlığı yaşanıyor. “Türkiye’deki doğa varlıklarının korunmasına yönelik bilincin, gelişmesine ve yayılmasına katkıda bulunmak” amacıyla kurulan www.agaclar.net sitesinin bir projesi olan “Doğa İçin Çal” (www.dogaicincal.com) yarattığı müzik mozaiği ile şu sıralar oldukça dikkat çekiyor.

Doğa İçin Çal projesinin ilk ürünü olan Divane Aşık gibi klibi organizasyonun resmi web sitesine yükleneli henüz bir bile ay olmasına rağmen Google’da “doğa için çal” araması yapıldığında listelenen sonuç sayısı 1 milyon 240 bine ulaşıyor.

Hasan Tunç’un daha önce Laço Tayfa, Erkan Ogur, Kazım Koyuncu, İsmail Hakkı Demircioğlu gibi sanatçılar tarafından yorumlanan “Divane Aşık Gibi” isimli eserini, Türkiye’nin çeşitli illerinde doğup, farklı müzik kültürleri ile yetişen 45 sanatçı yeniden yorumluyor. Yaklaşık 7 buçuk dakika süren parçaya çekilen video klip, şu sıralar sosyal tüm paylaşım platformlarında ve bloglarda büyük bir ilgi görüyor. Fırat Çavaş yönetiminde yapılan ve kolaj niteliği taşıyan “Doğa İçin Çal”, Dünya’nın içinde bulunduğu iklim değişiklikleri, buzulların erimesi, seller, taşkınlar ve bu gibi doğa olaylarına tamamen duyarsız kalan insanlara karşı, birlikten kuvvet doğar düşüncesiyle ortaya çıkan tepkisel bir proje.

Ekim ayı başında klibin internete yüklenmesinin ardından Osman Tan Erkır’ın Fox TV’deki Popstar Alaturka programında klibi yayınlamasıyla projeye yönelik ilgi patlamasının da fitili ateşlenmiş oldu. Klip yalnızca resmi web sitesi olan dogaicincal.com’da değil, Vimeo, İzlesene, Vidivodo ve YouTube gibi video paylaşım platformlarında da hatırı sayılır bir izleyici kitlesine ulaşıyor. Örneğin Youtube’da klip 37 ayrı kullanıcının sayfasından izlenebiliyor ve bu sayfalardaki toplam izlenme sayısı 120 bini aşıyor..

Projenin yönetmenliği yanında kurgu, düzenleme, kayıt ve miks işlemlerini de üstlenen ses tasarımcısı Fırat Çavaş, ticarî bir beklentisi olmadığını; amacın, var olan doğa derneklerine dikkat çekmek olduğunu ve projeye gösterilen ilginin bu amacı yerine getirdiğini belirtiyor.. Mayıs sonu başlanan projenin 5 aylık bir süreçte tamamlandığını belirten Çavaş, kameranın hobisi olduğunu ve şu an eğitim aldığını ancak proje sürecinde video konusunda bir eğitimi olmadan projeyi gerçekleştirdiğini anlatıyor. Videonun handycam’le çekildiğini ve çekim sırasında yaşanan en büyük zorluğun mekan bulmak olduğunu söyleyen Çavaş, kayıt konusunda doğallığı korumak için çok iyi bir mikrofon kullanmadığını ve bazı dış sesleri de kayda ekledikten sonra parçayı mastering için Barış Büyük’e devrettiğini belirtiyor.

Fırat Çavaş kimdir?
Fırat Çevaş 1978’de doğdu. 7 yaşında piyano çalmaya başladı ama lise yıllarında gitara yöneldi. Gitarla aynı anda başladığı Bas Gitar’dan kopamadı ve Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümünde Bas Gitar eğitimine başladı. 3’üncü ve 4’üncü sınıfta bölüm birincisi olarak 2003 yılında mezun oldu. Feridun Düzağaç, AF, Boomerang, Baybora, Burak Kut, Hülya Avşar ve bunlar gibi bir çok isime eşlik etti. Müzisyenliğin yanı sıra profesyonel olarak tonmayster ve post prodüksiyonla ilgileniyor ve amatör olarak video çekimleri ve montaj yapıyor.

 Dünyada ve özellikle Afrika’da müzik okulları açıp barışı ve kültürü ülkeler arasında yaymayı amaçlayan, çalışmanın yurt dışındaki örneği olan ve Whitney Kroenke Burditt tarafından yönetilen “Playing for Change” (www.playingforchange) Stand By Me (John Lennon), One Love (Bob Marley), No More Trouble (Bob Marley), Bring It On Home To Me (Sam Cooke) gibi parçaları proje kapsamında onlarca müzisyeni bir araya getirerek coverlamıştı. “Doğa İçin Çal” projesinin de yeni parçalarla devam edeceğini belirten Çavaş, “Divane Aşık Gibi” isimli esere çekilen videonun sadece bir başlangıç olduğunu söylüyor.

“Playing for Change” proje ekibinin bilgisi dahilinde desteklenen “Doğa İçin Çal” projesinin gördüğü büyük ilgi, insanların dikkatini doğaya çekmek ve insanların doğa olaylarına dair biraz daha bilinçlenebilmesini sağlamak için atılan adımın hedefi büyük ölçüde bulduğunu gösteriyor.

AB’ye iki soru

HaberVs*

Avrupa Birliği ve Türkiye İlişkilerinin Geleceği” paneli için bugün İstanbul’a gelen Avrupa Birliği üyesi altı ülkenin gazetecileri HaberVs’ye konuştu. Bu gazeteciler, Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu’nda bağlı bulundukları gazete ya da haber ajansı adına çalışan yada AB haberlerini yakından takip eden isimlerdi. İçlerinde sadece Die Zeit gazetesi muhabiri Michael Thumann daha önce Türkiye’de görev yapmıştı.

Muhabirlerimiz gazetecilere, panelde değinmedikleri iki konuda soru yöneltti. Bu sorulardan ilki, kendi ülkelerinde Türkiye’nin AB’ye girmesi konusunda kamuoyu desteği olup olmadığıydı. İkinci soru ise, 2004’te referandum sonrasında Kıbrıs sorunu hakkında görüşlerinin ne olduğuydu.

*Özge Erel-Erim Hüner-Berk Doğan-Mert Oynargül-Niso Esim-Berk Doğan