Nıvart Taşçı
Avrupalıların genetiği değiştirilmiş organizmalara (GDO) gösterdiği direnç, üreticiler ve araştırmacılar üzerinde etkisini göstermeye başladı. Almanya’nın Baden-Württemberg bölgesinde bulunan Nürtingen-Geislingen Üniversitesi’nde sürdürülen GD mısır çalışmaları, ürünlerin ekili olduğu alanların aktivistlerce işgali ve halktan gelen yoğun baskı üzerine durduruldu. Yerli halkın eylemcilere yemek ve battaniye götürmesi, “Monsanto Üniversitesi” olarak adlandırılan Nürtingen-Geislingen’in rektörünü söz konusu kararı almaya mecbur etti. Çalışmaları durduran diğer üniversite ise Max Planck Bitki Üretim Araştırma Enstitüsü. Enstitüde görevli araştırmacılardan Heinz Saendler’a göre “Almanya’da sürdürülen GD tohum araştırmalarının geleceği karanlık.”
Avrupa’daki GD tarım ürünlerine ilişkin denemelerin üçte biri Almanya’da gerçekleştiriliyor. Ülkede, GD karşıtlarının çabaları etkili olsa da genel durum çok umut verici değil. Çünkü gıda devlerinin baskısı, GDO karşıtı mevcut yasaların hayata geçmesini zorlaştırıyor. Yasalar, yeni uygulamalarla deliniyor. Üreticilerin yasalar tarafından kollandığı bir sistemde sivil itaatsizliğin çok daha sıkı biçimde örgütlenmesi, ısrarcı ve uyanık olması gerekiyor.
Avrupa, GDO’yu kabulleniyor
Avrupa’nın en büyük mısır üreticisi Fransa, geçici bir süreliğine GD tohum ekimini durdurdu. Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin girişimiyle çevre sorunları üzerine, 2007 Ekim’inde düzenlenen “Grenelle de L’environnement” toplantısının sonunda alınan bu şaşırtıcı kararın yanı sıra, biyoteknoloji araştırmalarına 45 milyon avro ayrılacağı açıklandı. GD karşıtı gözüken benzer durdurma talepleri İtalya, Avusturya ve Almanya’dan da geldi. Söz gelimi Avusturya hükümeti, Monsanto’nun ürettiği MON 810 GD mısırın ve Bayer’in ürettiği T25 GD mısırın ekimini yasakladı.
Aslında Avrupa, tüm dünyadaki GD ürün ekiminin çok küçük bir yüzdesini gerçekleştiriyor. ISAAA (International Service for the Acquisition of Agri-Biotechnology Applications) verilerine göre tarımsal ticari GD üretiminin yüzde 96’sı ABD (yüzde 59), Arjantin (yüzde 20), Kanada (yüzde 7), Brezilya (yüzde 6) ve Çin (yüzde 4) olmak üzere beş ülkede sürdürülüyor.Avrupa’daki GDO üretimi ise İspanya, Romanya, Almanya ve Fransa arasında paylaşılıyor.
Avrupa Birliği ülkeleri, Avrupa Besin Güvenliği Ajansı’nın (EFSA) kullandığı değerlendirme yöntemlerinin gözden geçirilmesi ve revize edilmesini talep ediyor. Araştırma enstitülerinde de benzer eğilimler var; birinci nesil GD tarım ürünler giderek rafa kaldırılıyor. Nitekim, Ulusal Fransız Tarım Araştırma Enstitüsü (INRA), ırk ve genetik çeşitliliğin korunması için, yeni nesil tohumların üretiminde kullanılan “ebeveyn tohumların işaretlenmesi” yönteminin (marker-assisted selection) uygulanacağını açıkladı. Bu örneklere bakıldığında, Avrupa Komisyonu’nun GDO’lara karşı sivil eylemleri ve tepkileri dikkate aldığı düşünülülebilir. Fakat tablonun geneline bakıldığında, durumun çok daha farklı olduğu görülüyor.
Kamuoyu araştırmaları, Avrupa’daki tüketicilerin yüzde 40’ının GD ürünlere karşı olduğunu ortaya koyuyor. Oysa dört yıl öncesinde bu oran, yüzde 70’ler civarında seyrediyordu. Görünen o ki, muhalif seslerdeki artışa rağmen Avrupalı tüketici GD ürünlerini mutfağında görmekten her geçen gün daha az rahatsız oluyor.
Peki, bu ürünlere kısıtlama getirilmesine rağmen tüketim nasıl oluyor da artıyor? Politikacılar, gerçekten de toplumsal muhalafete kulak veriyor mu?
Ekim yasak, satış serbest
Avrupa Komisyonu’nun genel temayülü birinci nesil GD ürün ekiminin engellenmesi, fakat satışının serbest bırakılması yönünde. Nitekim komisyon, Avusturya’nın GD ürünlerin ekimini durdurma kararına karşı gelmedi. Fakat aynı hükümetin satışları durdurma kararını engelledi. Benzer şekilde Avrupa Çevre Komisyonu’ndan Stavros Dimas, komisyona sunduğu son öneride dünyanın en büyük on üreticisi içinde yer alan Syngenta ve Dupont şirketlerinin ürettiği GD mısırların ekilmemesini talep etti. Fakat o da, söz konusu tohumların satışının engellenmesini istemedi.
Monsanto ve muadili gıda tekellerinin “agresif” uygulamalarından ve yarattığı mecburiyetlerden kaçınan Avrupa Komisyonu aslında, yeni nesil GD tohumlara yatırım yapan Avrupalı tohum şirketlerine yer açmaya çalışıyor. Zombi tohumlar (filizlenmeyi durduran ve belirli koşullarda harekete geçiren bir gene sahip tohumlar) veya Exorcist teknolojisiyle (tohumun çiçeklenme aşamasından evvel eklenen gen geri çıkarılabiliyor, böylece besin haline gelen tohum ‘GD değildir’ şeklinde etiketlenebiliyor) üretilen tohumların çevreyle uyumlu olduğu ve doğal tohumlarla birlikte ekilebileceği ileri sürülüyor.
“Tüketici, ne yediğini bilmese de olur”
İthalatına izin verilen GD ürünlerin başında hayvan yemi olarak kullanılan tohumlar (nasıl olsa tohumu yiyen hayvanın tüketicisine bundan bahsetmek gerekmiyor) ve endüstriyel amaçlara (biyoyakıt gibi) hizmet eden tohumlar geliyor.
Tüketicinin reddettiği ürün yelpazesinin neyle dolduralacağı meselesine gelince… Gen ekleme-çıkarma yöntemlerinin dışında kalan, aslında DNA’ya müdahale anlamına gelen, fakat “geleneksel bitki üretim yöntemleri” kategorisinden her ne hikmetse çıkartılmamış olan birçok yeni biyotenoloji yöntemi mevcut. (Mutagenez ve füzyon, bu yöntemlerden sadece ikisi.) Denetim zorunluluğu, ticaret, ekim ve etiketlemede özel şartlar gerektirmeyen bu yöntemler, GDO’lara ilişkin tanımlamalardan sıyırdığı için GDO’dan kaçınan tüketicinin midesine rahatlıkla indirilebiliyor.
Uluslararası şirketler, tüketicinin mutfağına, yerel üretici için sağlanan haklardan faydalanarak giriyor. Çünkü yukarıda bahsettiğimiz, tohumların genleriyle oynanmasına imkan veren tekniklerle yetiştirilen tarım ürünleri, PBR (Bitki Üreticileri Hakları) yasasına göre geleneksel üretimle aynı keyfeye konuyor.
Gelgelelim, PBR mevzuatına dahil olmak, büyük üreticilerin çok önemli bir eşiği daha aşmasına olanak veriyor. Mevcut patent yasası, tüketicinin, bitkinin üretiminde kullanılan yöntemden haberdar edilmesini zorunlu kılıyor. Oysa PBR kapsamında üretim yapan yerel üreticiler, bu zorunluluktan muaf tutuluyor. Uluslararası şirketlerin PBR’ye dahil olması, onları, tüketiciye açıklama yapma zorunluluğundan da kurtarıyor. Üretim yöntemi veya kullanılan varyetenin nereden geldiği gibi bilgileri vermek durumunda kalmıyor.
Şirketlerin niyeti başka
Avrupa kamuoyunun GD ürünlere karşı gösterdiği muhalefet, işin sanayi boyutunu da yansıtmıyor. Dünyanın en büyük altı tohum firmasından dördü Avrupa menşeili. İsviçreli Syngenta ve Alman kökenli Bayer CropSciences’ın GD sanayindeki varlığı, GD tohum piyasasına hükmeden ABD’li Monsanto ve DuPont kadar eskiye dayanıyor. Amerika’nın yeni rakipleri olarak ortaya çıkan ve GD piyasasının genişlemesi için lobi faaliyetlerini aralıksız sürdüren bu şirketlere çok yakında Fransız Vilmorin ve Alman KWS de eklenecek. Birinci nesil GD tohumların rafa kaldırılmasını fırsat bilerek GD piyasasına yeni ürün ve teknolojilerle girmeye hazırlanan bu şirketlerden Vilmorin, Türkiye’yi özellikle ilgilendiriyor.
Gıda devi Limagrain Group tarafından kontrol edilen Vilmorin, GD araştırmalarını, maliyetin daha düşük, düzenlemelerin daha gevşek ve muhalefetin daha az olduğu Kuzey Amerika ve İsrail’de gerçekleştiriyor. İsrail’de Sanayi Bakanlığı tarafından desteklenen GD araştırma projelerinde Vilmorin’e aracılık eden kuruluş, ortaklık kurduğu Hazera Genetics adında bir biyoteknoloji firması.
Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren bölüme gelince: Hazera’nın Türkiye temsilcisi Hazera Tohumculuk bu günlerde Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi ile ortaklaşa bir proje düzenliyor. Hazera Trophy başlığını taşıyan projede, Türkiye’deki tüm ziraat fakültesi öğrencilerine ellerindeki yerel tohumları, her türlü bilgiyi içeren bir rapor eşliğinde kendileriyle paylaşmaları çağrısı yapılıyor. Karşılığında verilecek bilgisayarlardan, beş yıldızlı otel tatillerinden bahsedilmiş fakat bu tohumların ne amaçla, sebze tohumunda 345 milyon avro satış ciroyla dünya ikincisi Vilmorin’e teslim edildiği belirtilmiş değil. Oysa tahmin etmek de çok güç değil…