Nomofobi, ya da cep telefonu bağımlılığı

Hayatımızın her alanına bir lütuf gibi giren teknoloji başımıza bela da olabiliyor. Akıllı telefonlarla ya da mobil cihazlarla internete sürekli bağlıyız ama bu cihazlar elimizden alındığında kendimizi bir nevi kaybolmuş hissediyoruz. İşte, İngilizce “NO MObile PHone PhoBIA” kelimelerinden türetilen nomofobia (nomofobi), hastalık seviyesine eren bu korku ya da endişeyi tanımlıyor:  Telefonsuz yada telefonunuz olsa bile, internet bağlantısından kopma korkusunu.

31 Ekim’de HaberVs canlı yayınına katılan İstanbul Aydın Üniversitesi Psikoloji bölümü başkanı Engin Eker, mobil cihazlar aracılığıyla yaşadığımız bağımlılığı ve olası sorunlarını şöyle anlatıyor:

“Muhtemelen hepimiz, her istediğimizi her zaman verebilecek, ölmeyen devasa bir anneye, bir anne memesine wi-fi kanallarıyla bağlıyız. Görünmeyen plesantalarla annemiz bizi sürekli besliyor. İnternet dediğimiz şey bu. Onun yokluğunu görmeden bu konuda düşünmek çok zor. Daha fazla çalışma yapılması gerekiyor ki internetin insan hayatında yerleştiği yeri anlayabilelim. Teknolojik her gelişmenin insan ilişkilerine yerleştiği bir aralık var ve o aralıkta yayılıyor. Cep telefonları, ilişkilerde bir şeyler aksadığı için mi araya giriyor yoksa cep telefonlarının varlığı yüzünden mi ilişkiler çatlıyor? Bunu anlamak için daha fazla çalışmaya ihtiyacımız var. Ancak görünen o ki bizim kendi kendimize yapabildiğimiz kimi şeyleri cep telefonlarına devrediyoruz, kimi işlevleri bizim yerimize yapar hale geliyor. Bu soyut bir durum ve yolun tersine gitmekte olduğunu gösteriyor. Çünkü soyuttan somuta gitmememiz lazım. Somuttan soyuta, bedenden düşünceye, hareketten düşünceye gitmemiz gerekir. Bu yüzden sıkıntılı buluyoruz. Özellikle yeni nesil, telefonlar olmadan ilişki kuramıyor, ders çalışamıyor, yaşayamıyor ve ondan uzak kaldıklarında büyük sıkıntılar yaşanabiliyor.”

Bağımlık belirtileri: Tolerans ve yoksunluk

Cep telefonu kullanımı ne zaman patolojik (hastalık) olarak değerlendiriliyor?

Engin Eker bir kullanımın bağımlılık seviyesinde değerlendirilebilmesi için başvuralan iki kritere dikkat çekiyor: Tolerans ve yoksunluk. 

Bilgisayarda oyun oynarken ya da cep telefonununda geçirilen sürede elde ettiğimiz bir keyif, bir haz var. “Tolerans, aynı hazza ulaşabilmek için harcadığınız süre ve efor “diyor Engin Eker. “Aynı haz seviyesine ulaşabilmek için insanların daha fazla telefon, ya da daha madde ya bilgisayarda daha fazla oyun oynamak zorunda kalmanız demek. Bağımlılık yaratan kimyasallar da, bilgisayar oyunları da cep telefonu da insan organizmasına yabancı maddeler. Ancak kullanım arttıkça beynimizdeki neronlar aynı uyarım seviyesini sağlayamıyor. Bu nedenle, zarar görmemize rağmen her defasında daha fazlasına ihtiyaç duyuyoruz.”

Yoksunluk ise bağımlılık yaratan etkinliği (cep telefonu kullanımı, bilgisayar oyunları, madde kullanımı, vs) yaparken hissettiğimiz olumlu duygulanımlardan uzak kalma durumu. Yani bu etkinlikleri yaparken sahip olduğunuz olumlu duyguların tersi bunlardan uzak kaldığımızda çıkıyor. Örneğin cep telefonuyla ya da internetle iç içe olmak sizi çok rahatlatıyorsa, bunların olmaması durumu sizi yoksunluk belirtisi olarak gergin, huzursuz hatta öfkeli birine dönüştürebilir.

Engin Eker’e göre bu iki belirtinin hangi seviyede olduğu, bağımlılığın olup olmadığını tespit etme noktasında fazlasıyla işe yarıyor.

Cep telefonu: Uzuv

Programa katılan İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim görevlisi Tüge Gülşen, “cep telefonu/sosyal medya kullanımının yüz yüze iletişime etkileri” üzerine yürüttüğü tez çalışması için yaptığı bire bir görüşmelerde, cep telefonunu bir uzvu olarak tanımlayan insanlarla karşılaştığını söylüyor. Engin Eker bu vakayı şöyle açıklıyor: “Siz kolunuzu bahçede bırakıp uyumazsınız, ‘bacağım teyzemlerde kalsın’ diyemezsiniz. Beden kimliği diye bir şey var. Sahip olduğumuz şeyler, örneğin cep telefonu da ‘genişletilmiş kimliğimize‘ dahil. Onu da orjinalite çuvalımıza attığımız için böyle bir özelliği var.”

Gülşen en çok gözlemlenen eğilimlerden birinin, otururken telefonu masa üzerinde bulundurmak olduğunu söylüyor. Araştırmaya katılanlar bu eğilimi “her an ulaşılabilir ve ulaşabilir olmak” ile açıklıyorlar. Araştırmanın ortaya koyduğu bulgulardan bir diğeri de cep telefonlarıyla sürekli temas halinde olmanın güvende hissettirmesi. Katılımcılar telefonla ilişkilerini “bağımlılık” yerine “alışkanlık” kelimesiyle ifade etmeyi tercih ediyorlar. Gülşen’e göre bu, durumu yuşatmak için için yapılan bir tercih.

“Düşünme yeteneğimiz elimizden alınıyor gibi…”

Araç sürerken cep telefonu kullanırsanız kaza yapabilirsiniz, derslerde elinizden düşürmezseniz başarısız olabilirsiniz. Ancak Engin Eker’in daha büyük bir kaygısı var:

“Temel olarak düşünme yeteneğimizi elimizden alan bir şeye dönüşmeye başlıyor gibi” diyor psikolog: “Günün her saatinde, her sorumuza cevap veren internet var, bir anne gibi besleyen bir kaynak var. Düşünme yeteneği doyurucu bir kaynağın, Freud’un da söylediği gibi annenin yok olmasıyla ortaya çıkar. ‘Anne’ beklediğimizde orada olmamalı ki biz onun yerine sembolik bir şey koyabilelim. Düşünme yeteneğimizi ortaya çıkaran budur. Bebek ne zaman düşünür? Annenin fiziksel ve duygusal olarak yokluğuyla ortaya çıkabilecek bir şey. Ama bu durumu hiç yaşamıyorsunuz. Çünkü sosyal medya alanlarında her an size istediğinizi verebilecek bir kaynak var. Düşünmenize gerek yok o zaman! Çünkü kaybetmiyorsunuz. Bence daha büyük şeyler için kaygılanmalıyız.”

Telefon kullanımı sınırlanmalı mı? 

Engin Eker’e göre, zarar verdiği gözlemlendiği durumlarda cep telefonu kullanımına sınır koyulmasının fayda sağladığı bir gerçek. Özellikle sosyal ilişkilerde yaşanan kayıp çocuklar için telafisi daha zor bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Ancak sınırlamanın tek taraflı olarak ebeveyn tarafından dayatılmaması gerektiğini, çocuklar ve gençlerle ortaklaşa verilmesi gereken karar olduğunun altını çiziyor.

Genco Erkal: ‘Politik olmadığını iddia eden sanatçılar da politik’

Tiyatrocu Genco Erkal’a göre politik olmadığını iddia eden sanatçılar da politika yapıyor. Sanat ve siyaseti hiçbir zaman ayrı görmediğini söyleyen Erkal, Bilgi İletişim Fakültesi RGB ekranında yayınlanan “HaberVesaire’de Bu Sabah” programında “sanat siyaseti yansıtmalı mı?” sorusunu şöyle cevapladı:

“Ben başından beri politik tiyatro yapmayı seçtiğim için sanat ve siyaset benim için hep içiçe. ‘Bazıları bilinçli olarak politiktir’ diyelim çünkü değişime inanır ve toplumun değişmesi için sanatla katkıda bulunur. Bertolt Brecht de, Nazım Hikmet de böyle düşünür. Benim anlayışıma göre sanatçı, dünyadaki topluma değişime eşlik etmek durumundadır. Bir de hiç politik olmadığını iddia eden bir sanatçı grubu vardır ki, ben bugün onlara “saraylı sanatçılar” diyorum.

27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü için yayınlanan ve tecrübeli tiyatrocuların yer aldığı videoyu “ortaokul müsameresi düzeyinde” gören Erkal, “Beraber sahneye çıktığım, aynı tiyatroları paylaştığım bu kadar yıllık duayen sanatçıları videoda gördüğümde cin çarpmışa döndüm. Yapıyorlar ama bu kadarı da olmaz. Şimdi onlar politik olmadıklarını iddia ediyorlar ama onların yaptığı iş de bir politika: Bugün medyamız, televizyonlarımız, gazetelerimiz nasıl gerçekleri gizlemeyi ve insanları uyutmayı amaçlıyorsa, insanlara ‘çok güzel bir dünyada yaşıyoruz, her şey pespembe, gülünecek, eğlenilecek’… Asıl mesele üzerinde kimse düşünmeyecek; iktidarın yanlışları, ekonomik durum ve politik üçkağıtçılıklar üzerine düşünmeyecek.”

Genco Erkal’ın konuk olduğu “HaberVesaire’de Bu Sabah” programının tamamını buradan izleyebilirsiniz.

Momo: Medya eliyle körüklenen panik

Bilgi Medya Bölüm Başkanı Dr. Esra Ercan Bilgiç’e göre, WhatsApp ve Youtube üzerinden yayıldığı iddia edilen “Momo” figürünün çocuklarda depresyona ve intihar eğilimine neden olduğu iddiaları doğruyu yansıtmıyor.

Momo’nun çocuklarda depresyon, kaygı bozukluğu, davranış sorunları ve suça eğilime neden olduğuna dair tek bir vaka bile olmadığını dile getiren Bilgiç, yaşanan şeyin “medya eliyle körüklenen bir panik” olduğu görüşünde. Buna rağmen YouTube’un çocuklara göre bir yer olmadığını söyleyen akademisyen, anne babaların, “çocukların Youtube ile ilişkisinin ne olduğunu sorgulamalarını” ve “günümüz medya ortamını daha yakından tanıyıp, doğru ile yanlışı ayırmalarında çocuklara yardımcı olmalarını” öneriyor.

Bilgi Medya RGB ekranında dün yayınlanan “HaberVesaire’de Bu Sabah” programına katılan Esra Ersan Bilgiç, tüm dünyada paniğe neden olan “Momo” figürü hakkında HaberVs editörlerinin sorularını yanıtladı. Bilgiç şunları söyledi:

Temmuz 2018’de yayınladığı haberle, Momo kaynaklı paniğe katkıda bulunan ciddi yayın kuruluşları arasında BBC de yer almıştı. Kurum, geçtiğimiz günlerde yayınlanan haberleriyle, “momo” konusunda nasıl hataya düştüğünü açıkladı.

“Konuyu medya çalışmaları perspektifinden değerlendirdiğimizde bir “ahlakî panik” yaşandığını görüyoruz. Bu 1971’de Sosyolog Stanley Cohen tarafından geliştirilen bir teori. Buna göre bir figür, zaman zaman toplumun ortak değerlerini tehdit eden fenomen olarak gösterilebiliyor. Medya varlığı bile tartışmalı bu figürü alıp büyütmeye başlıyor. Var olmayan bir şey, kamuya bir tehlikeymiş gibi sunuluyor. Medya eliyle körüklenen bir paniğe tanık oluyoruz. Çok güvenilir olduğunu düşündüğümüz kurumların bile bu yanılgıya düştüğünü ve yanlış haberler yaptığını görüyoruz.

“Bu daha önce Mavi Balina oyununda da karşımıza çıktı. Rusya’da, bu oyunun, gençleri intihara sürüklediği yönünde bir haber yayınlandı. Haber bir buçuk milyon kez okundu. Bu haber zaten “tıklanması”, rayting alması için yapılmış bir haberdi. 130 çocuğun ölümünün Mavi Balina ile ilişkilendirildiği yönünde bir haberdi ancak bu bilgi hiç zaman kanıtlanamadı. Şimdi Momo’da aynı şeyi görüyoruz.

“Anne babalara şunu söyleyelim: Momo ile ilişkilendirilmiş bir intihar vakası yok! Bu haberlerin gerçekliğini sorgulamalıyız. Hükûmetler, akademisyenler konuya sonradan dahil oldular ve çok ciddi araştırmalar yapılıyor. Sağduyuyla yapılan araştırmalarda görüldü ki, Mavi Balina’yla ya da Momo’yla ilişkilendirilebilecek gerçek bir intihar vakası yok.

“Örneğin İngiltere ve Meksika hükûmetleri, ailelere ulaşarak uyardı, afişler yayınladı. Ancak bu uyarılarla da ilgili kınama aldılar. ‘Doğruluğu kesinleşmeyen bir konuda neden halkı paniğe sevk edecek şekilde uyarı yayınladınız’ diye.”

Korkutarak tıklatmak

“Bir safsata üzerinden bir panik havası yaratıldı. Bu panik havasından yararlanmak isteyen kötü niyetli fırsatçılar bunu sömürmeye başladılar. Çünkü YouTube mekanizmaları buna fırsat veriyor. Çünkü sahte haberler para ediyor. Daha çok ilgi çekmek için insanların temel duygularına hitap ediyor. ‘Korku’ bu duygulardan biridir. Anne babaları çocukları üzerinden korkutarak bir ilgi çekeceğinizin garantisi var. Korkutursanız tıklanır. Bu “tıklanmayı” sağlamak için üretilmiş pek çok içerikle karşı karşıyayız. Biz o “korkutan” haberleri tıkladığımızda birileri para kazanıyor.

YouTube, doğrudan Momo’yla ilgili bir içeriği bulunmadığını resmi olarak açıklamıştı. “Bu tür içeriklere rastlarsak zaten yayınlanması izin vermeyeceğiz” demişti.

Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nın geçen hafta yayınladığı uyarı.

“Örneğin İngiltere ve Meksika hükûmetleri, ailelere ulaşarak uyardı, afişler yayınladı. Ancak bu uyarılarla da ilgili kınama aldılar. ‘Doğruluğu kesinleşmeyen bir konuda neden halkı panik edecek şekilde uyarı yayınladınız’ diye.

“Bizim asıl sorgulamamız gereken çocuklarımızın Youtube ile ilişkisinin ne olduğu. Ben hep şunu söylüyorum: YouTube çocuklara göre bir yer değil. İkincisi, biz anne babalar olarak sağduyulu davranıp günümüz medya ortamını daha iyi anlamaya çalışmalıyız. Günümüz medya mekanizması ‘izlendikçe, tıklandıkça artan gelir‘ üzerine kurulu.

“Biz medya ile nasıl manipülasyon yapılabiliceğini her fırsatta anlatıyoruz, derslerimizde anlatıyoruz. Ancak bir de anne babaların “medya okur yazarlığı” meselesi var. Yani sahteyle gerçek olanı ayırt edebilme meselesi.

Dijital dünyada çocuk 

Çocuklar, geçmişle kıyaslandığında sokakta oynama imkânından mahrumlar ve evde daha fazla zaman geçiriyor. Evde daha fazla zaman geçirdikleri için de dijital medya hayatlarına daha çok giriyor. ‘Çocuk kullansın, dijital medyayı öğrdensin, dünyaya uyum sağlasın’ düşüncesi doğru değil. Bir takım altı kurallar var:

Üç yaşın altındaki çocuklara televizyon önerilmiyor; mümkün olduğunca gerçek hayatla haşır neşir olmalı
– Altı yaşından önce oyun konsolu gibi şeylerle muhatap olmamalı, örneğin tabletten oyun oynamamalı
Dokuz yaşından önce çevrimiçi medyalara erişimi olmamalı, google’a, YouTube’a tek başına girmemeli
12 yaşından önce kendi sosyal medya hesapları olmamalı

Çevrimiçi medyanın aslında beraberinde getirdiği birçok riski var. Bunlardan biri karşılaşılan içerikle ilgili riskler. Pornografik içerikler, şiddet görselleri ya da ‘momo’ örneğindeki gibi korkutucu içerikler.. Bu içerik risklerinin farkında olup çocuklara bunu anlatabilmek önemli. Onları yanlız bırakmamamız gerekiyor.

İkincisi ise ‘temas’ riski: Kötü niyetli kişiler doğrudan çocuklarla iletişime geçebiliyor ve bu daha önemli bir mesele. Siber zorbalık diye de bir mesele var.

Başka birçok risk konusu. Söylemek istediğim ‘çocuklarımızı sürekli gözleyelim’ değil ama bir takım kurallar koymalıyız.

‘Yenikapı sikkelerinin satılması mümkün değil’

Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi RGB ekranında yayınlanan “HaberVesaire’de Bu Sabah” programına katılan ve Türkiye’de kültürel mirasının korunması konusunda konuşan İstanbul Arkeoloji Müzesi uzmanlarından Gülbahar Baran Çelik, Hürriyet gazetesinde geçtiğimiz hafta yayınlanan “Yenikapı sikkeleri internette satılık” başlıklı haberi yalanladı.

İstanbul Yenikapı’da Marmaray ve İstanbul Metrosu alt yapı çalışmaları sırasında kültür varlıklarına raslanması nedeniyle 2004 yılında başlatılan bilimsel kurtarma kazıları, İstanbul Arkeoloji Müzeleri başkanlığında yürütülmüştü. 2013’e kadar yer yer devam eden kazılar, 4. yüzyıla tarihlenen Theodosius Limanı ve 37 antik gemi kalıntısının yanı sıra, 8 bin 500 yıl öncesine (Neolitik dönem) uzanan ve kent tarihinin yeniden ele alınmasına neden olan keşiflere imkân sağlamıştı.

Hürriyet‘te 24 Şubat’ta Ömer Erbil imzasıyla yayınlanan “Yenikapı sikkeleri internette satılık” başlıklı haberde, Yenikapı kazılarında çıkarıldığı iddia edilen sikkelerin, defineci borsasında internette satıldığı iddia ediliyordu. Haberde bu iddiaya kaynak olarak, Hürriyet’ten önce bu haberi yayınlayan Arkeofili internet sitesi muhabirleri gösteriliyordu. Buna göre Arkeofili muhabirleri,  sosyal medya platformlarındaki defineci gruplarına üye olmuş ve arkeolojik eserleri satmak için ilan veren definecilerle konuşmuştu.

Gülbahar Baran Çelik, HaberVs editörlerinin “Basının da kültür mirasının korunmasında önemli bir işlevi var. Ama sanırım bu konuda da epey sorunluyuz. Hafta sonu Hürriyet gazetesinde ‘Yenikapı sikkeleri internette satılık’ başlıklı bir haber yayınlandı. Kast edilen, Marmaray istasyonu sırasında yapılan arkeolojik kazılar. Bu sikkeler gerçekten bu kazıda ulaşılan buluntular olabilir mi?” sorusunu şöyle yanıtladı:

“Böyle bir şey mümkün değil. O kazılarda çalışmış bir uzman olarak, o kazıların önemli bir otokontrolle yürütüldüğünü çok iyi biliyorum. Basının, kültür mirasının korunmasında çok önemli bir yeri var. Ama bu haberle değil elbette. Kültür mirasını koruyan kurumların bu şekilde yıpratılarak, toplumun onlara güveni sarsıldığı sürece o kurumları çok değerli kılamıyorz. Oysa Kültür Bakanlığı’na bağlı ve kültür mirasının korunmasıyla görevli kurumlar çok değerli bir noktada. Bu kurumların böyle bir haberle yıpratılması hiç hoş değil, ayrıca haberin doğru olması da mümkün değil.

“Son dönemlerde görüyorsunuz, çok sayıda defineci her yerde dolaşıyor ve bir çok kaçak eser geliyor. Bunların yüzde 90’ı da maden eser. Bu kadar eserin nasıl bulunduğu çok net. Çünkü dedektörlerle yapılan aramalarda bir çok maden eser, sikke ortaya çıkartılıyor ve yerinden koparılarak çok büyük bir tahribat gerçekleştiriliyor. Ama kurumlar kendi işlerini yapmak için çabalıyor. Özellikle Kültür Bakanlığı’nın kurumları, İstanbul Arkeoloji Müzeleri gibi bir müze, Yenikapı’da [Marmaray ve İstanbul Metrosu kurtarma kazılarında] çok önemli çalışmalar yaptı. Oradaki kültür mirasını kendi toplumuna tanıtmak için çok çabaladı ve büyük oranda da başarılı oldu. Bu haber bizim açımızdan çok üzücü. Korumayla alakası olmadığı gibi zarar verici bir haber.”

‘Hava kirliliği verileri şeffaf değil’

RGB ekranında HaberVesaire’yle Bu Sabah programına konuk olan Temiz Hava Platformu ve Türk Nöroloji Derneği üyesi Doç. Dr. Semih Ayta‘ya göre, Türkiye’de zaten Avrupa’nın çok üzerinde seyreden hava kirliliği değerleri zaman zaman kamuoyundan gizlenebiliyor.

Canlı yayında HaberVs muhabirlerinin sorularını yanıtlayan Semih Ayta, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı “hava kalite izleme istasyonları” vasıtıyla ölçülen ve havaizleme.gov.tr adresinden takip edilebilen ölçümler, yoğun bir kirlilik tespit ettiğinde erişime kapatılıyor. Ayta’ya göre ne halk ne de bilim adamları kirlilik değerlerinin arttığı kimi dönemlerde verileri göremiyor. Ayta ölçüm istasyonu sayıca yeterli olduğunu ancak  istasyonların kurulacağı yerlerle ilgili de daha ciddi modellemeler yapılması gerektiğini de ifade ediyor.

Hava kirliliği değerleri, PM 10 ve PM 2,5 olarak ifade edilen partikül maddelerin ölçülmesiyle hesaplanıyor. Civa, kurşun, kadmiyum gibi ağır metaller ile kanserojenik kimyasalları bünyelerinde bulundurabilen bu partiküllerin havadaki varlığı insan sağlığını doğrudan etkiliyor. Özellikle bir saç telinin 30’da biri büyüklüğündeki PM 2,5 akciğer dokularından kolaylıkla geçip birçok dokuda enflamasyona neden olup solup sisteminin yanı sıra, kalp damar sistemini, beyini etkiliyor. Türkiye’de PM 10 düzenli olarak ölçülmesine rağmen PM 2,5 sadece pilot istasyonlarda ölçümleniyor.

Hava temizliğinin “kabul edilebilir kalitede” olması için, içinde bulunan havada bulunan PM 10 ve PM 2,5 seviyesi için belirlenmiş uluslararası limitler mevcut. Semih Ayta’ya göre Türkiye’nin kabul ettiği PM 10 ve PM 2,5 limitleri, Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği limitlerin yaklaşık altı katı. Dünya Sağlık Örgütü’nün limitleri Türkiye’ye uyarlandığında ise ülkede “kabul edilebilir kalitede” havaya sahip tek kent Çankırı.

2017’de Türkiye’de 30 bin kişi hava kirliliğinin doğrudan ya da dolaylı etkisiyle hayatını kaybetti. Semih Ayta dünyada hava kirliliği nedeniyle 9 milyon kişinin ölmesi abartılı gibi durduğunu ama bunun gerçek bir sayı olduğunu belirtiyor.

Solunum sistemini doğrudan etkileyen hava kirliliği inme, kalp krizi gibi rahatsızlık olasılıklarını da arttırıyor. Anne karnından başlayarak çocuk gelişimini de etkide bulunuyor.

Geçtiğimiz aylarda İngiltere’de yapılan bir araştırmada, sigara kullanmayan gebe kadınların plasentalarında (hamilelik boyunca anne ile bebek arasındaki besin alışverişini sağlayan, doğumdan hemen sonra vücut dışına atılan geçici organ) havadaki zehirli parçacıklara ulaşılmıştı. Semih Ayta’ya göre hava kirliliği erken doğum, düşük gibi sonuçlara yol açabildiği gibi çocuklarda doğumdan sonra da dikkat eksikliği gibi zihinsel sorunlara da neden olabiliyor.

 

 

‘Kaza nedeni Başkentray’ın sinyalizasyon olmadan açılması’


Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası Genel Başkanı Hasan Bektaş (Fotoğraf: Fundanur Öztürk / BBC)

Bu sabah 06;30’da Ankara-Konya seferine çıkan hızlı trenin, hareketinden altı dakika sonra Yenimahalle ilçesinde, hat kontrolü yapan kılavuz trenle çarpışması sonucu 9 kişi hayatını kaybetti. Ulaştırma Bakanlığı, sabah saatlerindeki ilk açıklamasında kontrol lokomotifinin kazanın gerçekleştiği rayda bulunmaması gerektiğini söyledi.

Ancak kazanın gerçekleştiği tren hattının Başkentray projesi üzerinde bulunduğu ve 12 Nisan’da açılan Başkentray’ın sinyalizasyon sisteminin tamamlanmadığı belirtiliyor. RadyoVesaire Haber’den Selcen Fidan’a konuşan KESK’e bağlı Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası Genel Başkanı Hasan Bektaş, kazanın Başkentray hattının nisan ayından beri sinyalizasyon sistemi olmadan çalıştırılması nedeniyle yaşandığını söyledi. Sinyalizasyon sistemi bulunmaması nedeniyle demiryolu hattı üzerindeki seferler Nisan ayından bu yana telsiz haberleşmesiyle sağlanıyor.

Açılışı 12 Nisan 2018’de gerçekeştirilen Başkentray, Kayaş-Sincan arasını 49 dakikaya indirerek, günlük 520 bin yolcu taşımayı öngören, “Yüksek hızlı tren, konvansiyonel tren ve banliyo işletmeciliği için gerekli trafik kaphasitesini sağlamak üzere hayata geçirilmiş bir proje” olarak tanımlanıyordu.

Hasan Bektaş’la gerçekleştirilen söyleşiyi videoya tıklayarak dinleyebilirsiniz. Haberin ayrıntılarını 14 Aralık Cuma günü 17:30’da RadyoVesaire‘de yayınlanan RadyoVesaire Haber kuşağında dinleyebilirsiniz.

İnternet fenomenleriyle pazarlama; yoksa sıra sizde mi?

Facebook youtube instagram gibi mecralarda fenomen olmuş kişileri markalarla biraraya getiren pazarlama iletişimi yöntemi yaygınlaştıkça influencer marketing lafını daha sık duymaya başlıyoruz.

CreatorDen adlı influencer ağının çalışmasına göre geçen yıl influencer pazarlama kampanyalarının yüzde 48’i Instagram’dan, yüzde 21’i Facebook’tan, yüzde 16’sı YouTube’dan ve yüzde 15’i de Twitter’dan gerçekleşmiş.

Aslında Fenomen kişilere baktığımızda ilk göze çarpan : tutkularını keşfetmiş kişilerin bu konu hakkında bir tür “Kanaat önderi” olması ve tavsiyeler verebilmesi.

Farklı eğitim düzeyindeki ve farklı meslek grubundan oluşan, her biri farklı kitlelere hitap eden influencerların ortak özelliği belki de hobilerini işe çevirmiş olmaları.

Ulaşılmaz görünen klasik ünlülerin yerini alan sosyal medya ünlüleri ile her şey değişti. İzleyici artık izlediği reklamda ona sunulan ürünün o ünlü tarafından kullanılmayacağını ya da o cildinin mükemmelliğinin gerçekten o üründen değil makyaj ve teknoloji hileleriyle gerçekleştirildiğinin farkında. Buna karşılık akıllı telefonunun ön kamerasını açıp evinin banyosunda kafasında havluyla krem öneren bir influencer daha inandırıcı ve samimi bulunabiliyor.

İçinde bulunduğumuz dijital çağın tüketicileri, bir ürün ya da hizmeti satın almadan önce bloglar da dahil olmak üzere bir dizi sosyal medya kanalından diğer kullanıcıların deneyim ve düşüncelerine göz atıyor. HaberVsXtra ekibi olarak bu dosyamızda fenomenlerle yapılan pazarlamanın ne anlama geldiğini, fenomenlerin bu işe nasıl girdiğini ve bu pazarlama yönteminin ne kadar etkili olabildiğini araştırdık.

Hazırlayanlar: Avidan Kadrioğlu, Elif Nur Aktaş, Medya Kaya, Feritcan Baydar

‘Basın özgürlüğü ancak en zor olan söylenebildiği zaman gerçekleşir’

Kapatılan Özgür Gündem gazetesi ile dayanışmak için başlatılan “Nöbetçi Yayın Yönetmenliği” kampanyasına katılan serbest gazeteci Kumru Başer’in, bugün İstanbul 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmasındaki savunması.

Gazetecilerin mesajı: ‘2017 gazetecilerin özgürlük yılı olsun’

‘Ben Gazeteciyim’ inisiyatifinin çağrısıyla bir araya gelen 100’den fazla gazeteci, cezaevinde bulunan gazetecilerle dayanışma için toplu fotoğraf çektirerek ‘selam’ gönderdi. Eski editörlerimizden Ahmet Şık ise fotoğrafın çekilmesinden 12 saat sonra gözaltına alındı.