Kronikmedya’daki diğer başlıklar:
1. Büyükanıt Türkiye’yi Afganistan’a mı hazırlıyor?
2. The köy: Bademler.
3. You Tube’a düşmelerde neden şikâyet yok.
Alper Görmüş
agormus@medyakronik.com
Avrupa İnsan hakları Mahkemesi (AİHM), mevcut müfredatıyla Türkiye’deki “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersinin zorunlu olarak okutulamayacağını karara bağladı ve Türkiye’de ortalık karıştı. Oysa mesele hiç de zor görülmüyor. Şu alıntıyı okuyun, sahibini daha sonra söyleyeceğim:
“Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin müfredatı daha da dinler üstü hale getirilebilir. İslam dininin oradaki temsil oranı azaltılabilir. O zaman ne olması lazım? Şunun yapılması lazım: Anayasa’nın 24. Maddesinin birinci bölümünde diyor ki ‘Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi zorunludur.’ İkincisinde de diyor ki ‘Bunun dışında kalan din eğitimi insanların kendi tercihlerine, küçük çocukların velilerinin tercihlerine bağlıdır.’ Şöyle olabilir: Bir zorunluluk olmayan seçmeli din dersi getirirsiniz. Aleviler, Aleviliği öğrenmek istiyorlarsa onlara Alevilik ile ilgili eğitim verilir, Sünnilikle ilgili ne gerekiyorsa da onun eğitimi verilir.”
Bu sözlerin sahibi Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik… Görüyorsunuz, “din eğitimini ille de devlet vermelidir” argümanı çerçeve kabul edildiğinde, gayet sağduyulu, işleyebilecek ve laikiyle dindarıyla geniş bir çoğunluğun desteğini alacak bir çözüm önerisiyle karşı karşıyayız, üstelik sahibi de sorunun kaynağı gibi görünen Milli Eğitim Bakanı…
İbadetlerin (de) öğretildiği seçmeli bir din dersi ve bütün dinlerin “taraf tutmaksızın” anlatıldığı bir “Din kültürü” dersi… Eh, bundan iyisi can sağlığı. Zaten gazetelerde konu üzerine yazan birçok yazar da çözümün bu doğrultuda olması gerektiğini söylüyor.
Peki sorun ne? Sorun, adı “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” olan bir dersin Anayasa tarafından zorunlu kılınmış olması. Bakan, “Bu anayasal zorunluluk, kaldıramayız” diyor ve önerisini de yukarıda aktardığımız gibi formüle ediyor.
Peki geçerli mi bu argüman? Değil. Onu da İsmet Berkan pek güzel anlatmış bugünkü (11 Mart) yazısında:
“Gerek AİHM’nin ve gerekse Danıştay’ın 8. Dairesi’nin kararını tersinden okuduğunuzda mahkemelerin, Bakan Çelik’in deyimiyle ‘dinlerüstü’ nitelikte bir ‘din kültürü’ dersini arzu ettiği/uygun gördüğü anlaşılıyor. Yani, mevcut dersi gerçekten dinler tarihinden, dinlerin gelişiminden ve temel anlayışlarından ibaret ve aslında son derece faydalı bir ders olarak anlatmanın önünde yasal hiçbir engel yok. Hatta mahkemeye bakacak olursanız (ki bakmayıp da ne yapacaksınız) yapılması gereken ders esasen bu.
“(…) O zaman, esasen Anayasa değişikliğine vs. ihtiyaç da yok. İhtiyacı duyulan şey, mevcut dersi Anayasa’nın da öngördüğü gibi ‘din kültürü’ dersine çevirmek, din eğitimini ise isteyenlerin alacağı şekilde seçimlik ders olarak düzenlemek. Esasen bu dediğimi yapmak için büyük bir toplumsal konsensüse de ihtiyaç yok. Doğru olanı yaptığınız zaman, bunu kimseyi incitmeden, kimseyi dışlamadan, kimsenin ihtiyacını yok saymadan yaptığınız zaman bir tartışma da çıkmaz, bir konunun hararetle tartışılmıyor olması da o konuda zımni bir uzlaşma olduğuna delalet eder zaten.”
Görüyorsunuz, ortada gerçekten de çözülemez bir zorluk yok. Bana da öyle geliyor: Galiba bu kez, sorunu kangrene çevirmeden çözebileceğiz.
Mevcut haliyle bu dersin müfredatı, AİHM’nin karar gerekçesinde söylediği gibi “ağırlıklı olarak Sünni inancın öğretilmesi” temelinde mi düzenlenmiştir? Bu konularda yazan çizen, bence Türk basınının hakkaniyet duygusu en yüksek yazarlarından Herkül Milas Zaman’da bugün (11 Mart) kaleme aldığı yazısında bu soruya net bir “evet” cevabı veriyor:
“Benim incelediğim ‘din kültürü’ başlıklı kitaplarda, baştan sona, yalnız tek bir inancın aşılandığını gördüm. Çocuklara nasıl haç çıkaracakları, Yahudilerin oruç uygulamaları öğretilmiyor örneğin. Başka inançların lafı pek edilmiyor. Yalnız İslam’ın belli bir söylemi sergileniyor. Yani bu konuda kuşku yok, laik devletin bir inançtan yana ‘zorunlu’ eğitim verdiği gayet açık.”
AİHM eski müfredatı mı esas aldı?
Mililyet gazetesinin 10 Mart tarihli manşetinden haberdar olanlar hariç, Türkiye’de herkes AİHM’nin, kararını, eski müfredata bakarak verdiğine inanıyordu. Oysa arada Alevilik müfredata eklenmişti, yani karar “sakat”tı… Bu bilgiler Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik tarafından kamuoyuna sunulmuştu. Oysa Mililyet muhabiri Sabetay Varol’un AİHM Başkanı Jean-Paul Costa ile yaptığı söyleşiden öğreniyoruz ki, bu bilgi doğru değildir; karar, dersin müfredatında yapılan son değişiklikler de incelendikten sonra verilmiştir.
Radikal gazetesi yazarı Erdal Güven (11 Mart), AİHM kararının 30-33. paragraflarında (da) aktarılan bir araştırmaya yer veriyor yazısında… Avrupa Konseyi üyesi 46 ülkenin devlet okullarının müfredatları esas alınarak yürütülen araştırmaya göre 46 ülkenin 43’ünde din dersi var. Kalan 43’te ise durum şöyle (Erdal Güven’in yazısından aktarıyoruz):
43 ülkede din dersi veriliyor. Verilmeyenler Arnavutluk, Fransa (Alsace ve Moselle bölgeleri hariç) ve Makedonya. Slovenya’da yalnız son sınıflarda din dersi var.
Din dersi verilen ülkeleri üç grupta toplamak mümkün. 25 ülkelik ilk grupta ki Türkiye bu grupta, din eğitimi zorunlu. Gelgelelim zorunluluğun derecesi ülkeden ülkeye değişiyor. Beş ülkede (Finlandiya, İsveç, Norveç, Türkiye ve Yunanistan) zorunluluk kesin. Ve fakat öğrenciler yalnızca ‘mensubu bulundukları’ dini inancın derslerine katılmak durumunda, kısmen ya da tamamen. 10 ülkede (Avusturya, Britanya, Danimarka, İrlanda, İzlanda, Kıbrıs, Liechtenstein, Malta, Monako, San Marino) öğrenciler belli koşullarda din dersinden muaf tutulabiliyor. Dahası bu ülkelerin çoğunluğunda, öğrencilere bağlı bulundukları mezhep uyarınca din dersi veriliyor. Aynı gruptaki dokuz ülkede (Almanya, Belçika, Bosna-Hersek, Hollanda, İsviçre, Letonya, Lüksemburg, Sırbistan, Slovakya) öğrenciler eğer zorunlu din dersini almıyorsa, yerine okul yönetimince belirlenen bir dersi almak zorunda. Ancak o dersi almazlarsa, zorunlu din dersine girmeleri gerekiyor. Bu din dersleri de yine mezhep temelinde.
İkinci grubu oluşturan 21 ülkede din dersi var ama öğrenciler hiçbir biçimde girmek zorunda değil. Bunlardan Andorra, Azerbaycan, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Ermenistan, Estonya, Gürcistan, Hırvatistan, İtalya, İspanya, Litvanya, Macaristan, Moldova, Polonya, Portekiz, Romanya, Rusya, Ukrayna’da din dersi almak isteyenlerin talepte bulunması gerekiyor, istemeyenlerin değil.
Üçüncü ve son grubu oluşturan ülkelerde ise öğrenciler ya din dersi alıyor ya da kendi seçtikleri başka bir dersi.
*******************************
Büyükanıt Türkiye’yi Afganistan’a mı hazırlıyor?
Bugünkü (11Mart) gazeteler, Genelkurmay Başkanı’nın bir gün önce “Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği” sempozyumunda yaptığı konuşmadan ziyade, sempozyumun akşamında, kokteyldeki “TSK’ya hakaret ettirmem, muhalefete yönelik bildiriyi ben kaleme aldım” diyen konuşmasını öne çıkardılar.
Cumhuriyet, böyle yapmayan gazetelerden biriydi. Gazetenin sürmanşeti “Genelkurmay başkanı Büyükanıt, terör örgütlerinin kitle imha silahlarının peşinde olduğunu belirtti / NÜKLEER TERÖR UYARISI” şeklinde tasarlanmıştı. Gazete, ilk spotta konuşmanın en önemli bölümü olan “Pakistan” faslını şöyle özetlemişti:
“Genelkurmay başkanı, terör örgütlerinin kitle imha silahlarını ele geçirmeleri durumunda avantaj sağlayacaklarını vurgularken Pakistan’a dikkat çekti. Büyükanıt, ‘Umarım Pakistan kısa sürede istikrara kavuşur. Aksi halde, bir şekilde bu yönetim etkisiz hale getirilirse Taliban tipi bir yapının Pakistan’ı kontrol etmesi, bir olasılıktır. Böyle bir oluşum sonrası dünya ilk defa nükleer güce sahip bir terör örgütü ile karşı karşıya kalacaktır.”
Umur Talu’nun merakı
Sabah gazetesi yazarı Umur Talu, bu konuşmadan bambaşka bir anlam, bambaşka bir uyarı çıkarmış ve derdini daha iyi anlatabilmek için yazısına üç satırlık bir başlık atmayı da göze almış. Şöyle: “Kızım sana Pakistan diyorum, gelinim sen Afganistan anla!” Okuyalım:
“Pakistan’da ‘Taliban tipi bir yapı’nın yönetimi ele geçirmemesi için ne yapmalı. Pakistan’da üstü suikastlı az demokrasi ile kararınca askeri yönetim ve gizli servis tezgahları güzergahında kalınmalı, tamam. Ama, ‘Taliban tipi’ ne en çok nerede rastlanıyorsa, ‘başı orada ezilmeli’. Oraya Afganistan deniyor.
“11 Eylül 2001’den sonra, hem El Kaide’ye yataklık yaptığı, hem boru hattı engellediği için (bir de haşhaşları sökmüştü) Taliban’ın ‘şiddet ve baskı’ rejimi, ABD ve koalisyon saldırılarıyla çökmüştü. 7 yıl sonra, anlaşıldı ki, Taliban ölmemiş. Hatta yer yer ilerliyor, galebe çalıyor, mesafe alıyor. Şiddetli çarpışmalar oluyor. Oraya Taliban’la mücadele edecek daha çok asker lazım. ABD’nin o kadar askeri yok. O yüzden, dünya, sizin dünyanız da bu tehdidi görmeli! Hadi bu işe yanaşmayanlar, ‘pamuk asker cepheye’! Bir de, siz, yani biz! Pamuk çocuklarımız, asker gençlerimiz. Öyle istiyorlar. Karşı çıkmıştık ama, birden ‘Ya Pakistan’da Taliban tipi bir yapı…’ diyoruz. ‘Washington mutabakatı’ diye yazıp durmuştuk. Belli ki bir şey hissediyoruz. Hissettiğimiz olmasın.”
İyi gazetecilik biraz böyle bir şey işte… İlk anda görünenin arkasına bakmak ve oralardan sorular üretmek…
Umur Talu’ya bu sayfalarda çok sık başvuracağız.
*******************************
The köy: Bademler…
Parodisiyle hakikisi üst üste geldi… Önce parodi… Hürriyet genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ten dinliyoruz:
“Geçen hafta Sinan Çetin’den bir zarf geldi. İçinde bir DVD vardı ve üzerine küçük bir yazı yazmıştı: ‘Sevgili Ertuğrul, bu film son günlerde çok konuşuluyor. Senin de seyretmeni istedim.’ Altı buçuk dakikalık bir filmdi. Konusu da şöyleydi: 1930’lu yıllarda Anadolu’nun bir yerinde, bir evde, kadınlı erkekli bir grup müzik çalıyor ve türkü söylüyor. Ortada bağlama çalan bir erkek var. İki yanında tef çalan kadınlar, arkada dinleyiciler. Birden kapı açılıyor ve içeri jandarmalar giriyor. Tüfeklerini türkü söyleyip eğlenen insanlara çevirip, ‘Siz burada ne yapıyorsunuz’ diye soruyor. Jandarma tarafından basılmış olmanın verdiği korkuyla gözleri büyüyen erkek, ‘Türkü söylüyoruz’ diyor. Jandarma, ‘Bilmiyor musunuz türkü söylemek yasak’ diyor. Sonra jandarmaların komutanı, elindeki bir kâğıttan, türkü ve Türk müziğinin yasaklandığını, bunun yerine çoksesli yabancı müzik çalınacağını anlatan kanunu okuyorlar. Arkasından da hangi müziklerin çalınacağını, isimlerini zar zor ve çok da komik telaffuz ederek anlatıyorlar. Johann Sebastian Bach, Friedrich Handel, Gustav Mahler… Tabii Tchaykovski’nin adını bir türlü okuyamıyorlar ve çok komik durumlara düşüyorlar.”
Sinan Çetin’in devletlerin halkın tercihlerine müdahalesinin her zaman tuhaf sonuçlar doğurduğunu anlatmak için çektiği klibi seyretmediyseniz, mutlaka yandaki videoyu tıklayıp izleyin.
Cumhuriyet’in, halka çok sesli müziği benimsetmek amacıyla giriştiği iki yıllık yasak dönemi geldi geçti… Fakat bu hayal hiç ama hiç bitmedi. Şimdi artık yumuşak yöntemler deneniyor, köylere gidilip konserler veriliyor. Bu iyi niyetli çabalar, ağır ideolojik göndermeler eşliğinde sunulmasa hiç sorun değil. Ama biliyorsunuz, öyle olmuyor.
Cumhuriyet’teki şu haberin girişine bakın bir: “Cumhuriyet devrimlerinin simgesi kadınlar, cumhuriyet devrimleriyle edindikleri hakların tırpanlanmasına ‘evrensel müzikle’ karşı duruş sergiledi. Şişli Senfoni Orkestrası Genel Müzik Yönetmeni ve Şefi Serâ Tokay yönetimindeki İzmir Devlet Senfoni Orkestrası’nın konseri, önceki gün Türkiye’nin ilk köy tiyatrosunun kurulduğu Urla Bademler’de gerçekleştirildi. Devlet sanatçısı Suna Kan’ın solist olarak katıldığı konsere, köylüler yoğun ilgi gösterdi.”
Bademler, her derginin her gazetenin en az bir kez haberini yaptıkları bir Alevi köyü… Kendine has bir yapısı var, ama onun gibi başka bir köy bulmak zor biraz. Nitekim, Cumhuriyet’in haberine göre Suna Kan konser sonrasında şöyle demiş:
“Konser verdiğim kentlerin içinde Hakkâri, Siir, Bitlis gibi yerler var. Ancak, bir daha bu kentlerden talep gelmedi. Daha konsere başlamadan benden yaz sezonu için tekrar konser verme sözü istediler.”
İşte bu kadar. Zorla güzellik olmaz. İsteyen köye gidilir ama “çağdaş” müzik dinlemeyen köyleri de kimse horlamaya kalkmasın.
****************************
You Tube’a düşmelerde neden şikâyet yok?
Malum, haberciliğin 5N1K’sının K’sı “kim” sorusunun kısaltılmışı… Haberin öznesini belirtmek amacıyla kullanılıyor. Mesela “konuşmaları You Tube’a düşen önemli kişiler”le ilgili haberlerde “kim” sorusu, “kim konuşmuş” anlamındadır. Fakat bizim basın bu tür haberlerde derhal “kim” sorusunu “kim banda alıyor, kimden gelmiş bu haber” anlamında sormaya başlıyor ve konu bambaşka yerlere gidiyor.
Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek bu defa doğru söylemiş: “Söylemedilerse ilgili yerlere başvursunlar. Söyledilerse Cumhuriyet savcılarının işlem yapmaları gerekir.”
Fakat sorun şurada ki, “işlem” için birilerinin şikâyetçi olması gerekir, tabii başta da “konuşanlar…” Fakat bugünkü (11 Mart) gazetelerden öğreniyoruz ki, yok böyle bir şikâyet. Telekomünikasyon İletişim başkanı Fethi Şimşek “Şikâyet olsa, konuşmanın hangi bilgisayardan yüklendiğini tespit edebiliriz” demiş.
Sizce de tuhaf değil mi bu şikâyetsizlik durumu?