Mustafa Kuleli
mkuleli@medyakronik.com
Geçmişimizi konuşmak ve geleceğimizi kurgulamaya çalışmak üzere, geçen hafta, Türkiyeli ve Yunanistanlı üniversite öğrencileri olarak, hocalarımızla beraber Delphi’de bir araya geldik. İki ülkenin genç insanlarının uzun yıllardır bir diyalog zemini kuramamış olması içimi biraz burksa da, “zararın neresinden dönsek kârdır” deyip, toplantının yolunu tuttum.
İstanbul’dan Atina’ya uçarken, daha havada, denizin koyu mavi tonu, gri kayalar ve zeytin yeşili makiler yolculuğun başka bir memlekete değil de bilakis sanki aynı mahalle içinde kapı komşusuna yapıldığı hissini verdi bana. Yanılmamışım. İlk günden itibaren kendimi evimde gibi hissettim.
Hele daha Atina “El Venizelos” havaalanından yeni çıkmış, otobüsle Delphi’ye doğru giderken, Meltem’in (Ürüt) bir eliyle çocuğu işaret edip, bir eliyle sırtımı dürtükleyerek “Aaaa bak bu da Karaburunluymuş!“ demesi, beni benden aldı.
Hemşerim Yannis hiç görmemiş İzmir’i, Karaburun’u… Haritada yerlerini biliyor sadece… Bir de çok güzel “İzmirni”, “Karaburuni” diyor. Şöyle en içteninden… Hemhâl olduk hemen. Kederlendik de biraz. Bu buluşmanın önemini de kavramış olduk böylece ilk günden.
Zamanla aramızdaki yakınlığın yalnızca coğrafyadan kaynaklanmadığını da somut örneklerle öğrendik. Mesela Türkçe ve Yunanca arasında beş binden fazla ortak sözcüğün olduğunu biliyorduk ama “cacıki,” “karpuzi,” “spanaki” deyince birbirimize, bu teorik bilgi yeni bir boyut kazandı. Ve hatta bazen kimin hangi ülkeden geldiği bile birbirine karıştı. Mesela onlar benim baklava yemiyor olmama hayret ederken, ben onların kahvaltıda zeytin ve zeytinyağı tüketmemelerine akıl sır erdiremiyordum.
“Sokaktaki adam”ın ruh hali
Ayıptır söylemesi eli boş gitmedik Yunanistan’a. Yanımızda bir de 20 dakikalık “sokak röportajları” götürdük. Katılımcılar da sağ olsunlar teveccüh gösterdi, mutlu olduk.
Meltem (Ürüt) ve İlknur (Aydoğan) ile beraber yaptığımız bu röportajlarda en çok dikkatimi çeken Türkiyelilerin AB konusunda yaşadığı derin hayal kırıklığı oldu. Bu meselenin psikolojik boyutunun bu denli önemli olabileceğini daha önce düşünmemiştim doğusu. Kameraya yansıyan genel yaklaşım “Madem onlar bizi istemiyor, biz onları iki kere istemiyoruz!” şeklinde idi. “Onlar bizi bölmek istiyorlar,” “Avrupa ülkeleri bize düşman,” “Biz geleneklerimizi, günlük alışkanlıklarımızı değiştiremeyiz” ve “Onlar Hıristiyan kulübü” gibi “yorum”larda bulunanların bile, en derinlerinde “Avrupalı” olma hayalinin bulunması da bir başka dikkate değer noktaydı.
Bu örnekler sayesinde, çocukluğumda büyük bir heyecan ve “yaşasın, Avrupalı olduk!” nidalarıyla araba plakalarına yapıştırılan mavi zeminli, Avrupa Birliği yıldızlı çıkartmaların, bugün nasıl kırmızı zeminli, “ay-yıldız”lı çıkartmalara döndüğünü anlamak biraz daha kolaylaştı galiba.
Toplantı boyunca konu bazen milliyetçiliğe, bazen Kıbrıs’a, bazen ‘öteki’lere, bazen AB’nin ne kadar demokratik olduğuna, bazen Kemalizm’e, bazen siyasal İslâm modeline geldi. Zaman zaman Türkiyeliler kendi aralarında, Yunanistanlılar kendi aralarında hararetli tartışmalara girişti.
Yunanistanlı arkadaşlarıma haksızlık etmek istemem ama biz son dönemde tüm meselelerimizi sorgulamaya ve tartışmaya çalıştığımız için sanki biraz daha açık fikirliyiz, hazırlıklı ve hazırız altüst olmaya gibi geldi bana.
Ama yapılan bu tartışmalar, dar bir çevrede kaldığından, toplumun genelini etkileme kabiliyetinden yoksundur muhtemelen. Burada da görev medyaya mı düşüyor ne…
İlknur Aydoğan
iaydogan@medyakronik.com
Yunan arkadaşlarımızla bir araya gelmek, bir Avrupa imtihanı vermek çok farklı bir tecrübeydi. İnsanların benzerliklerini ortaya çıkarması için eşit durumda olmaları önemlidir. Arkadaşlıkta da vardır ya, eşitseniz daha iyi paylaşılır her şey. Sizden üstün biriyse gölgeleyeceğiniz ya da süsleyeceğiniz şeyler olabilir. Bir Avrupa ülkesi olarak Yunanistan bizim eşitimiz midir? Yunan kimliği üzerinden düşman kavramını rahatça üretebildiğimiz için eşitimiz midir? Aynı müziği, aynı yemeği, ortak bir tarihi paylaştığımız için eşitimiz midir? Bu soruların belki açık bir yanıtı yok ama toplantı sırasında gidip gelen psikolojiyi yansıtabilir diye düşünüyorum.
Dertleşmek karşınızdakine eksiklerinizi bilmesine izin vermektir, bunu sizin daha çok yaptığınızı görünce insan bir durur. Bu bir problem midir? En çok anlatan taraf olmanın, iyi, doğru anlaşılmak istenmenin bir yoruculuğu var elbet. Ama bu onların bizde anlamaya çalıştığı şeylerin daha fazla olmasıyla ilgiliydi. Bizi çalışmamışlardı, zaten biliyorlardı. Ama biz onları çalışmaya çalışmıştık, bu konuda onlar kadar iyi de değildik. Ama onların Avrupa’ya ait olması, bizim söyleyeceklerimizin Avrupa süzgecinden geçiyor olması, Avrupa Birliği’ne girme isteğimiz seminer boyunca bize daha fazla ifade, açıklama alanı (zaman zaman alansızlığı) yarattı.
Delphi’deki oturumlardan birinde, bir Türk arkadaşımız, “Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine iyimser mi bakıyorsunuz, kötümser mi?” şeklinde bir soru attı ortaya. Tabii o arada bazı Yunan arkadaşlar kişisel cevaplarını verdiler; çoğunlukla “iyimser”diler. Ama seminere konuk Yunan bir profesör sorunun böyle sorulmasını, daha doğrusu bu konuları iyimserlik – kötümserlik ekseninde konuşulmasını garipsedi. Bu konunun uluslararası ilişkilerin zalim diliyle konuşulması gerektiğinden değil gerçeklerle konuşulması zorunluluğundan…
Ne kadar köklü bir modernleşmeye sahip olursak olalım Batı ya da Avrupa bizim için hâlâ gerçekle değil hayalle ilintili bir şey gibi geliyor bana. Bu meseleyi duygu bağlamından çıkarmak zor geliyor. Bizim bugün AB’yle ilgili konuşurken ürettiğimiz bu dilde medyanın da etkisi fazla. Ağır bürokratik bir dili olan AB haberlerinin nasıl yazıldığıyla da ilgili bir şey olabilir bu. Bu dille baş edemeyen gazeteci için iki duygusal, gurur okşayıcı başlık attırmak kolay olur hem de satar; zaten öyle oluyor. “Bizi istemediler,” “Hükümet şunu da kabul etti” gibi birebir değil ama hissiyat dolu başlıklar atıyorlar. Ve meselenin dengesini sağduyu aleyhine biraz daha bozuyorlar.