Halil Nalçaoğlu
Türkiye’de kim demokrasi lafını ağzına almaya kalksa tacize uğramaya başladı. Sanırım bu durum demokrasi kelimesinin basit bir siyasî meşrulaştırıcı unsura indirgenmesinden kaynaklanıyor; eğer cumhuriyet gibi başka değerlerle girdiği asimetrik ilişkiden söz edilmiyorsa. Her iki seçenek de çok kötü ve demokratik değil! Cumhuriyet söz konusu ise demokrasinin teferruat olması sözde-seçeneği, malum, CHP çizgisini anlatıyor. Her bulduğu çatlaktan muhafazakâr toplumsal yaşam propagandası sızdıran ve siyasal İslâm kazanımları elde etmeye çabalayan AKP ise demokrasiyi “yüzde kırk yedi” sloganı ile özdeş kılmış durumda.
Demokratlık önemli ölçüde şeklî bir seçenek. Sayılar bu anlamda önemli. Ancak, toplumda demokrasi denildiği zaman ne anlaşıldığı ve demokratik tutumların nasıl oluştuğu önemli. Bu bağlamda MHP’nin bu şekle ne kadar yakın durduğunu anlamak için her Salı günü grup toplantılarında konuşan MHP liderinin üslubuna bakmak yeterli. Bu üslubu geçenlerde bir otomobilin arka camında gördüğüm ve kan misali aşağı doğru aktığı izlenimi veren, kırmızı harflerle yazılmış şu cümle çok iyi anlatıyor: “Herkes haddini bilecek!” İşte böyle bir parlamenter güç dengesi içinde demokrasiden söz ediyoruz. Ben bir tür şantajla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Bu şantaj, ironik biçimde, İslâmî ve muhafazakâr bir toplumsal yaşamdan uzaklaşılırsa demokrasinin tehlikeye gireceğini söylüyor. Benzer biçimde, bu toplumun fazla demokratikleşmeyi kaldırmayacağını düşünenler var. Sorulması gereken soru, bu seçeneklerin gerçekten de karşılarına koyulan alternatiflere yol açıp açmayacağı olmalı. Şantajdan kurtulmanın tek yolu, tehdidin ödenecek bedele değmeyeceğini, sunulan seçeneklerin gerçek seçenekler olmadığını görmek.
Kendini AKP çizgisi dışında konumlayan pek çok kişinin AKP’nin yasalaştırdığı demokratik açılımları desteklediğini biliyoruz. Ancak ikinci kez seçildikten sonra AKP, belki de oy oranında sağladığı artıştan cesaret bularak, bir dizi ilginç söylem geliştirmeye başladı ve yine büyük yurttaş gruplarını yadırgatan uygulamalar başlattı. Bunlara “uygulamamalar” da dahil ve bu kategoriye AB’ye uyum yasaları giriyor. Bu yazıda AKP’nin kendini içine soktuğu bu açmazı ve bir şantaj olarak demokratikleşmenin nasıl kullanıldığını irdelemeye çalışacağım.
Başbakanın şu meşhur “bir cümle bu işi halleder” yorumuyla (yeniden) alevlendirdiği başörtüsü tartışması değinmek istediğim noktalardan ilki. Hiç kuşku yok ki, başörtüsü konusunda bu tez ortaya atıldıktan sonra muhalefetten yükselen sesler barıştırıcı olmaktan ve çözüm önermekten çok uzaktı. Öte yandan, on yıllarca gerilere giden, hatta kimi yorumculara göre, kökleri Osmanlı modernleşmesine kadar dayanan bu sorunun bir cümle ile hallolmayacağını AKP yöneticileri bal gibi biliyorlardı. Bu konunun radikal bir tezle gündeme getirilmesi, kanımca, AKP’nin daha genel siyasî hedeflerini kollarken yakaladığını düşündüğü en uygun zamanla doğrudan ilişkili. Amacım bu zamanlamayı tartışmak değil. Bu zaten onlarca kez yapıldı. Ancak şunu vurgulamak gerekiyor: AKP meselenin özü ile ilgili bir tutum sergilememiştir.
AKP’ye yönelik kapatma davası, hekesin malumu olduğu üzere, laikliğe aykırı davranışlar ve “odak olma” meselesinden kaynaklanıyor. AKP’nin “toplumsal uzlaşma” başlığı altında sunduğu ve toplumun çoğunluğunun laiklikle bir sorunu olmadığı yolundaki teze yakından bakalım. Çoğunluğun böyle bir tehdit algılamaması tehdidin olmadığı anlamına gelir mi? Çoğunluk önemli bir parametre olsa bile, bu hiçbir tehdit yok anlamına gelmez. Zira tehdidin önemli bir ayağı, laikliğin bir fikir olarak, yani söylemsel olarak demokrasi-karşıtlığı olarak sunulması. Başbakanın (ve AKP yönetiminin) kapatılma konusuna verdiği ilk tepkilere bakalım. Söz gelimi, tam da laiklikle ilgili bir dava söz konusuyken verilen söylevlerde Kur’an’dan alıntılar yapmak, çeşitli örnekler vesilesi ile “bu da mı laikliğe aykırı?” gibi bir ton tutturmak, bir cenaze töreninde, ulvî bir edayla, Başsavcıya bu dünyaya kimsenin kazık çakmadığını, yani, bir tür fânî olduğumuzu hatırlatmak… Bu söylemlerin demokratik bir tavra yaslandığı düşünülebilir mi? Demokrasi bir uzlaşma rejimi olarak anılıyor. Uzlaşma gerginlikle değil sakin kafayla ulaşılabilecek bir ortam. Ortamı yukarıda anlattığım biçimde iyice gerdikten sonra yumuşatmak içtenlikli bir politik tutum sayılabilir mi? Ama AKP (ve başbakan) bunu hep yapıyor. Korkarım bazı yorumcuların öne sürdükleri tepki psikolojisi fikri ile açıklanmayacak kadar sık başvurulan bir yöntemle karşı karşıyayız.
Bütün bu ilginç söylemlerin yanı sıra AKP’nin kapatılması girişimini Ergenekon davasıyla ilişkilendirmek bir başka küçük siyasî hesaba ve strateji oyununa dayanıyor. AKP, bu kadar önemli bir dava söz konusu olduğunda bile meselenin özü ile ciddî bir ilişki kumak yerine, biz Türkiye yurttaşlarına ölümü gösterip sıtmaya razı etmek siyasetini güttüğünü kanıtlamış olmadı mı?
Bütün bu yapılanların yanı sıra, aslında ağırlıklı olarak baskı gruplarından oluşan ama nedense bizim “sivil toplum kuruluşları” demeyi tercih ettiğimiz bir kesimin “sağduyu” çağrılarına AKP’nin olumlu sayılabilecek bir ilk tepki verdikten sonra katı bir tutum sergilenmesine ne demeli? Ve şimdi tekrar “yumuşama” emareleri… Tekrar vurgulamak gerekirse, biçimsel olarak bile bu olgunluğu göstermeyen CHP’ye söyleyecek bir sözümüz yok. Ancak iki lafından biri “yüzde kırk yedi” olan AKP’nin demokratlığını sorgulamanın zamanı geldi de geçiyor galiba.
AKP’nin demokrasiyle ilişkisi bu söylem ve eylemlere baktığımız zaman bir inandırıcılık krizi yaşıyor. Daha da kötüsü, demokrasi kavramının siyasî beka kaygılarıyla istismar edildiğini görüyoruz. Demokrasi ancak güçlü bir etik temel üzerinde durduğu zaman işleyebilen bir sistem. Başkalarına, kelimenin her anlamında varolma hakkı tanımak şeklinde tanımlayabileceğimiz etik tutum, bundan da önemli olarak, insanların ve örgütlerin kendi varoluşlarını dayandırdıkları mutlak hakikatleri de sorgulayabilmeleri anlamına geliyor. “Etik ufuk” işte tam bu anlamda önemli bir kavram. Ufuk eğretilemesi, etik evrenimizin sabit sınırları olmadığına işaret ediyor ve bize sürekli olarak durduğumuz yeri hatırlatıyor. Büyük değerlerin risk altında olduğuna inandırılmış bir toplum, kendini ancak karşıt kutuplar olarak sergileyen fikirlere bağlayacaktır. Bu durumda arada kalan geniş seçenekler alanı çocukça bir iyimserlikle etiketlenecek ve burada varolmayı (durmayı), bir başka deyişle demokrasiyi erdem sayan insanlar için “ya/ya da” şantajı kılıcını çekecektir.
Yukarıda örneklemeye çalıştığım kutuplaştırıcı söylem ve eylemler gerçekten kaçınılmaz mıydı? Demokratların demokrasiye olan inançları böyle bir şantajcı siyasete alet edilmek zorunda mıydı? “Yüzde kırk yedi” acaba gerçekten ve bütünüyle AKP’nin tapulu malı mıdır? (Bu oran, demokrasi deyince anlamamız gereken herşeyle örtüşüyor mu?) Bu sorulara kendi durduğumuz zeminin mutlaklığını sorgulayarak vereceğimiz yanıtlar şu anda sisler arkasında kalmış olan etik ufkumuzu yeniden görmemizi sağlayabilir. Bir kez daha ufuk eğretilemesine dönecek olursak, ulaşılacak nihaî bir hedef olarak değil. Sürekli yeniden kurulması gereken, her sabitleme çabasında bizden biraz daha uzaklaşan ve yeni çaba gerektiren bir ideal olarak.