Amed Gökçen
Tarihsel anlatının ne/nasıl olduğuna dair tartışma özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında ciddi bir artış ve renklilik göstermeye başlamıştır. Tarihçinin anlattıklarının ‘gerçek’te olmuş olana tekabüliyeti sorunu buradaki temel tatışma konusu olarak düşünülebilir. Geçmişe dair birtakım izlerin peşinden onun sahih bir resmini, anlatısını oluşturmaya çalışan tarihçi, bütün bunları yaparken kullandığı dilin de dolayımında olduğunun farkında mıdır acaba? Geçmişin dolaysız bir resminin, ondan kalan izlere sonsuzca sadık kalarak oluşturulabileceğine dair safdil inanç, dilin burada oynadığı kurucu rolün ne zaman farkına varacaktır? Genel olarak 19. yüzyılda kurumsallaşmış mesleki konvansiyonların bu körleşmedeki etkisi ne düzeydedir? Bu türden soruları çoğaltmak mümkün olsa da meselenin aslında dil ve dolayımsız mütekabiliyet meselesi olduğu gerçeği değişmeyecektir.
Hayden White, anıtsal eseri Metatarih’te, yukarıdaki soruları engel tanımaz bir cesaretle ve mesleki konvansiyonları yıkıp geçme pahasına sorarak, tarihsel anlatı kurmanın önünde sonunda, herşeyden çok poetik bir faaliyet olduğunu dile getiriyor. Ayrıca White, tarih yazma işinin hiç de öyle kolaylıkla belgelerden ya da izlerden neşet eden bir şey olmadığını, o anlatının mahiyetinin tarihçinin de bizzat içinde bulunduğu genel bir anlam ağına odaklanmayı gerektirdiğini belirtiyor. Tarihsel anlatının yapısına dair geliştirdiği genel bir teoriden hareketle tarihçinin geçmişe dair izlerden bir anlatı kurmadan önce tarihsel alanın kendisini canlandırmak için kullandığı dilsel protokolleri, eğretileme, düzdeğişmece, kapsamlama ve ironi başlıkları altında ele alıyor. Bir diğer yandan White, geçmişin her daim bir dolayımın eseri, genellikle etik ve estetik bir konumlaşın ürünü, dünyaya ilişkin belli bir algının eseri olduğu için spekülatif olan ve olmayanı ayıran epistemolojik konvansiyonlara sahip olmaktan öte bir tercih meselesi olduğunu ‘has tarihçi’lerin yanısıra Hegel, Marx, Nietzsche’ye de başvurarak gösteriyor.
Tarihçinin tarih anlatırken kullandığı kuramsal malzemenin sözkonusu anlatının meşrulaştırıcısı olması üzerinden bu malzemeye ilişkin bir çözümleme faaliyetine girişme meta-tarihsel bir etkinlik olarak değerlendirilemez. Tarihçinin bir çıktı olarak tarihsel malzemeyi işlerken kullandığı kuramsal arkaplan ancak o metnin yüzeyindeki birtakım görüngülerin ifadelendirmesinden öte birşey değildir. Tarihçinin bizzat kendisinin de içinde bulunduğu ve (belki) farkında olmaksızın malzemeyi işlerkenki kuramsal öncüllerini de dumura uğratan, tavsatan, yapısını çözen genel dilsel ve anlamsal ağın kendisinin niteliklerine göz atmak, tarih yazma etkinliğinin mahiyetine ilişkin daha yetkin ipuçları verebilir bize. White, işte bu anlamsal ağın kurucusu olarak dilin kendisine odaklanarak ve tarih yazma etkinliğinin en temel parçası olarak o dilsel ağın kipliklerine bakarak tam da yukarıda değindiğimiz meseleye dikkat çekiyor.
Metatarih, Avrupa’da tarih bilincinin tarihini incelerken tarihsel bilgi denen şeyin olanağı sorununu da göz ardı etmiyor. Yazara göre “Tarihsel olarak düşünmek ne anlama gelir, özgül bir tarihsel soruşturma yöntemi’nin kendine özgü nitelikleri nelerdir?” sorusu tarihsel bilginin oluşumundaki parametreleri açığa çıkarmak açısından kilit bir noktada durmaktadır. Bu soruların anlamı üzerinde durmamak yahut bu sorularlarla sorunsallaştırılmaya çalışılan mefhumların sorguya ihtiyacı olmayan, hikmetinden sual olunmaz amentüler olduğunda ısrarcı olmak, belli bir düşünme ve algı biçiminin egemenliğinin sorgulanamazlığını da zımnen kabul etmek anlamına geliyor. Tarih bilinci denen mefhumun mahiyetine dair herhangi bir soruşturmaya gidilmemesi, onun Batı medeniyetinin, kendinden önceki medeniyetlerin yanısıra çağdaşlarına dair de bir üstünlük ve kadimlik söyleminin ideolojik meşrulaştırıcısı olarak iş görmesine karşı bir körleşmeyi de beraberinde getiriyor. Bir diğer deyişle, aslında: “Tarih bilincini Batıya özgü bir önyargı olarak görmek mümkün; bu bilinç yoluyla modern, sanayileşmiş toplumun sözümona üstünlüğü, geçmişe dönük olarak maddileştirilir.”
Sonuç olarak tarih yazımı etkinliğinin içeriğindeki “gerçek”ten çok “estetik yaratım” boyutunu öne çıkaran ve bu etkinliğin neredeyse kaçınılmaz bir biçimde poetik-estetik bir faaliyet olarak görülmesi gerektiğini savunan White, bu yaklaşımıyla belli türden ezberlerin seksen küsür yıldır hep bir ağızdan dillendirildiği memleketimizde “başka bir tarih”in mümkün ve elzem olduğunu biraz olsun hissettirebilirse ne âlâ! Ayrıca kitabın özenli çevirisi de, geçtiğimiz yıllarda genç yaşta kaybettiğimiz özellikle sosyal bilimler alanında bir dizi çok kıymetli kuramsal metni büyük bir zahmet ve titizlikle dilimize kazandıran Mehmet Küçük’e ait. Onun yayımını göremediği bu son çabası umarız hakettiği ilgiyi görür.