Oktay Ekşi’ye göre bazıları ‘sözde’ bazıları ‘özde’ savcı




Ferda Balancar

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’ya AKP’ye dava açılmasından ve/veya partinin kapatılmasından yana olan, bunu direk veya dolaylı şekilde ifade eden yayın organlarından ve köşe yazarlarından destek yağıyor. Bu kesimde herkes kendi üslubunca şu düşünceyi dile getiriyor: “Yargı süreci başlamıştır. İddianameyle veya başsavcıyla ilgili eleştiriler yargıya müdahale anlamına gelir. Bu doğru ve yasal değildir.”

Bu görüşü dile getirenlerden biri olarak Oktay Ekşi’nin söyledikleri ve yazdıkları “çifte standart” konusunda iletişim fakültelerinde ders konusu olabilecek bir örnek niteliği taşıyor. Zira Oktay Ekşi sadece bir köşe yazarı değil. Basın Konseyi Başkanı ve Hürriyet’in başyazarı unvanı taşıyor. Basın Konseyi Başkanı sıfatıyla basın ahlak ilkelerine uymayan meslektaşlarını uyarmak onun sorumluluklarının başında geliyor.

Ama gelin görün ki Oktay Ekşi, Başsavcı ve iddianamesiyle ilgili öyle bir tutum sergiliyor ki aklımıza daha önceki benzer davalarda takındığı tutumlar geliyor. Bugün kapatılma davasını sorgulayanlar yargıya müdahale etmekle suçlanırken meselenin bir haklar ve özgürlükler meselesi olduğu hasıraltı ediliyor. Ve akla Ekşi’nin bir zamanlar yaptığı müdahaleler geliyor.

Önce, Oktay Ekşi’nin bugünkü Hürriyet’te yayımlanan yazısından bir alıntıyla söze başlayalım:

“Medeni diyeceğiniz herhangi bir ülkede kamu hukukunu korumak için -isterseniz savcı deyin, isterseniz mülki amirden yahut karakoldaki polis memurundan söz edin- görevini yapan insana birilerinin, “Bu adam canımızı sıkan şeyler yapıyor. Gidelim haddini bildirelim” demesi mümkün mü?

Demeye kalksa başına ne gelir hiç düşünebiliyor musunuz?

Biz söyleyelim. Devletin hukuk ve adalet sistemi öyle bir işler ve öyle bir ders verir ki, bir daha o tür bir edepsizliği aklından bile geçiremez.

Bize gelince… Yetkili Cumhuriyet Başsavcısı adeta “sanık” sandalyesine oturtuldu. Ne kadar edepsiz, terbiyesiz mahluk varsa karşısına geçip veryansın etti.

Sanki kamu adına o değil de ötekiler davacı imiş gibi.

Bu rezaleti sanıyoruz ki Türkiye’den başka hiçbir ülkede göremezsiniz.”

Bu satırların yazarı, 18 Mart Salı akşamı CNN Türk’te yayınlanan, Ahmet Hakan’ın yönettiği “Tarafsız Bölge” adlı tartışma programında Başsavcıya yönelik eleştirilerle ilgili olarak şunları söylüyordu: “Başsavcıyı şu anda eleştirmek yargı sürecine müdahale etmek anlamına gelir. Bırakın yargı süreci işlesin. Başsavcıyı eleştirmek yargıyı yıpratır.”

Peki, aynı Oktay Ekşi yine aynı sıfatlarla -bir kez daha tekrar edelim- Basın Konseyi Başkanı ve Hürriyet’in başyazarı olarak, yine aynı köşede çok değil iki yıl önce bakın nasıl bir soru sormuş:

“Yargı gerçekten bağımsız olsaydı Van Cumhuriyet Savcısı’nın hazırladığı iddianamenin ardında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) tertibi veya en azından moral desteği olduğu kuşkusu dile getirilebilir miydi?”

Ekşi’nin Van Cumhuriyet Savcısı olarak sözünü ettiği şahıs şu anda meslekten men edilmiş, bırakın savcılığı avukatlık yapma hakkı bile elinden alınmış durumda olan Ferhat Sarıkaya… Gerekçe ise Ekşi’nin sözünü ettiği iddianame…

Ferhat Sarıkaya kamuoyunda “Şemdinli davası” olarak bilinen konuyla ilgili olarak hazırladığı iddianamede halen genelkurmay başkanlığı görevini sürdürmekte olan dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın Diyarbakır’da görev yaptığı dönemde suç işlemek amacıyla çete kurduğunu ve bu çetenin de Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ı öldürdüğünü iddia ediyordu. Oktay Ekşi ise o günlerde Ferhat Sarıkaya’yı “linç eden” kampanyanın aktörlerinden biri olmaktan hiç çekinmedi.

Hafızamızı biraz daha zorlarsak Oktay Ekşi’nin yine aktörlerinden biri olduğu bir başka “adli skandal”la karşılaşıyoruz. Kamuoyunda “umut operasyonu” olarak bilinen Uğur Mumcu cinayetini aydınlatma amacıyla gerçekleştirilen soruşturmayla ilgili olarak Oktay Ekşi 8 Mayıs 2000’de yazdığı başyazıyla bazı meslektaşlarıyla birlikte Uğur Mumcu’yu İran Gizli Servisi’nin öldürdüğünü söylemekte hiç çekinmemişti. Ama çok değil biri iki gün içinde durumun hiç de öyle olmadığı ortaya çıkmıştı. İki gün sonra 10 Mayıs 2000 tarihli yazısında Oktay Ekşi’nin yazısının başlığı ise “Bu Savcıyı Kim Tayin Etti?”

Yazının girişinde Uğur Mumcu cinayetinin yine aydınlatılamadığı belirten bir cümle yer alıyor. Yani iki gün öncesinden epey farklı bir yaklaşım… Hemen ardından ise o günlerde İstanbul DGM Başsavcılığına Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından yapılan bir atamayı eleştiriyor. Gerekçe ise Susurluk kazasında ölenlerden birinin, İstanbul DGM Başsavcılığına atanan Oktar Çakır’ın arkadaşı olması…

Oktay Ekşi’ye göre böyle birisinin bu göreve atanması doğru değil çünkü Susurluk kazasında ölenlerden birinin Çakır’ın arkadaşı olması onun İstanbul DGM Başsavcılığı’na atanmasını sakıncalı kılacak kadar önemli… Tabii ki bir gazeteci böyle bir atamayı şüpheyle karşılayabilir fakat herhangi bir ispat olmaksızın, sadece arkadaşlık ilişkisi üzerinden bir suçluluk teşhisi de yapamaz. Yani bu haliyle söz konusu olan, yargıya müdahalenin de ötesinde yargı sisteminde yapılan atamalara dahi müdahale etmektir.

Biraz daha geriye gidelim ve 1997’de Refah Partisi’nin kapatılması için dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın Anayasa Mahkemesi’ne dava açtığı günlerde Oktay Ekşi’nin başyazısına göz atalım. Vural Savaş davayı 21 Mayıs 1997’de açıyor. Tam 10 gün sonra, yani 31 Mayıs 1997’de Oktay Ekşi’nin yazısının başlığı; “Partilerimizin sayısı indi ikiye.” Yazısında iddianamede adı geçen RP’liler için, “Bunların meczuplukla filan alâkası yok. Bunlar planlı gidiyor” ifadesi yer alıyor.

Hürriyet’in internet arşivinde 1997 yılı olmadığı için bu yazının tamamını size sunamıyoruz. Ancak 9 Mart 2006 tarihinde Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’yla ilgili, 8 ve 10 Mayıs 2000’de “umut operasyonu” ve dönemin İstanbul DGM Başsavcılığı’na atanan Oktar Çakır’la ilgili yazdığı yazıları aşağıda okuyabilirsiniz.

Nereden başlamalı?

9 Mart 2006

GÖRMEK istesek de istemesek de son günlerdeki tartışmaların altında yargının bağımsızlığı konusu yatıyor.

Yargı gerçekten bağımsız olsaydı Van Cumhuriyet Savcısı’nın hazırladığı iddianamenin ardında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) tertibi veya en azından moral desteği olduğu kuşkusu dile getirilebilir miydi?

Keza gerek Adalet Bakanı’nın gerekse öteki iktidar ileri gelenlerinin “Bu konu adaleti ilgilendirir, biz karışmayız” anlamındaki beyanlarına bu kadar çok insan bıyık altından güler miydi?

Peki ama adalet nasıl bağımsız hale getirilecek?

Bilinen yani artık klasikleşmiş önerileri bir kenara koyalım da olaya bir başka açıdan bakalım:

Yargımızın tam -yani özlediğimiz gibi- bağımsız bir organ haline gelebilmesi için öncelikle yargıçların ve savcıların büyük çoğunluğunun, bağımsız düşünebilen, bağımsız kararlar alma becerisine sahip, hukuk nosyonuna sahip, hukukun üstünlüğüne inanmış ve vicdan sahibi kişilerden oluşması şarttır.

Hangi iyi kuralı getirirseniz getirin, hangi iyi kurumu kurarsanız kurun, kötü, niteliksiz ve kişiliksiz insan malzemesiyle ne o kuralları yaşama geçirebilirsiniz ne de o kurumu gerektiği gibi işletebilirsiniz.

Bu demektir ki, biz adalet mekanizmamızı gerçekten bağımsız bir şekilde adalet dağıtan mekanizma haline getirmeye bugün karar verir, yarın harekete geçersek, ideal noktaya ancak 25-30 sene sonra ulaşabiliriz.

Çünkü önce hukuk öğreniminin kalitesini yükseltmek lazım. Oysa herkesin bildiği gibi bizdeki hukuk fakülteleri genellikle “hukukçu” değil (istisna kuralı bozmaz) “hukuk mezunu” gençler yetiştiriyor. Bunlardan ancak bazıları, hukuk yaşamının pratiğinde hukukçu olabiliyor. Diğerleri hangi konumda olursa olsun, hukuku keyfileştirme aracı haline geliyor. Buna maalesef bir kısım savcı ve yargıçların da dahil olduğunu bilelim.

Hukuk fakültelerinin kaliteli eğitim vermesi elbet gereklidir ama yeterli değildir. İyi bir öğrencinin yargıç veya savcı olabilmesi için onun bu görevlere uygun kişiliğe sahip olması da istenmelidir. Örneğin dürüst bir insan mı, zevk ve safa eğilimi baskın biri mi, ruhi ve akli dengesi sağlam biri mi, sentez yapmaya muktedir biri mi, araştırılmalıdır.

Bu eşikleri atlayan aday, gerçekten öğretici bir staj döneminden sonra eğer savcı veya yargıç olmaya müsait ise, o önemli yetkilerle donatılıp görevlendirilmelidir.

Tabii maddi ve manevi koşulları da, o görevi bihakkın (gereğine tam uygun şekilde) yapmasına uygun olmalıdır.

Bir başka deyişle yargının bağımsızlığına kuraldan önce veya kurallarla eş zamanlı olarak insandan başlamak doğru olur.

Peki kurallar ne zaman değiştirilmelidir?

Kurallar da hemen değiştirilmelidir. Çünkü adalet sistemimizin birikimi buna müsaittir. O yapılırsa sistem şimdikinden daha sağlıklı işler. Ama ideal noktaya ulaşmak için olayın insan boyutunu önemsemek doğru olur.

Mumcu cinayeti aydınlanırken

8 Mayıs 2000

UĞUR Mumcu’yu elimizden aldıkları o meş’um suikastın bir gün aydınlanacağını artık beklemez olmuştuk. Çünkü bizzat olayı soruşturan DGM Savcısı, ‘‘Devlet istemezse bu cinayet aydınlanmaz” demişti.

İşin tuhafı, karşımıza çıkan her şey, ‘‘devletin bu cinayeti aydınlatmayı istemediği” izlenimini veriyordu:

Örneğin, o günlerde yakalanan ve üç yıl önce işlenen Çetin Emeç cinayetine karıştıkları belirlenen İslami Hareket isimli şebekenin üyeleri Mehmet Ali Şeker, Mehmet Zeki Yıldırım ve Ayhan Usta‘nın yakalanma tutanaklarındaki tarih polis tarafından iki kere değiştirilmişti. Oysa Ayhan Aydın adında biri bunlardan Mehmet Ali Şeker‘i, Mumcu‘nun arabası altına muhtemelen bir bomba yerleştirirken gördüğünü ileri sürmüş ama iddiasını ispat edememişti.

Ötekileri de anımsayalım:

Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Başbakan Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü faillerin yakalanması için var güçleriyle çalışacaklarına dair verdikleri sözü kısa zamanda unutmuşlardı. Nitekim ‘‘Uğur Mumcu suikastını aydınlatmak için kurulan özel ekip‘‘ kısa zamanda dağıtılmıştı. Daha doğrusu böyle bir ekibin kurulmasına karar verildikten hemen sonra bu karardan vazgeçildiği yıllar sonra ortaya çıkmıştı.

Kısaca herşey Uğur Mumcu cinayetinin aydınlatılmak istenmediğini düşünmemize yol açmıştı.

Daha doğrusunu söylemek lazım:

‘‘Bu olayın altında devletin gizli servislerinin karıştığı kirli bir gerçek var‘‘ inancı herkesin kafasına yerleşmeye başlamıştı.

Kaldı ki daha önce işlenen öteki cinayetler örneğin Prof.Dr. Muammer Aksoy, yazar Turan Dursun ve Doç.Dr.Bahriye Üçok cinayetleri de aynı şekilde karanlığa gömülmüştü.

Gerçi bütün parmaklar komşu ülke İran‘ın İstihbarat Bakanlığı‘nı gösteriyor ve genellikle İran yetkilileri tarafından görevlendirilmiş veya kiralanmış katillerin bu suikastlarla ilişkili olduğu sanılıyordu. Nitekim Çetin Emeç cinayeti ile, rejim karşıtı İran‘lılardan İstanbul‘dakilerin bir çoğunun öldürülmesi olayının ardında İran‘ın İstanbul Başkonsolosluğunda görevli Muhsin Karger Azadi isimli bir diplomatın olduğu ortaya çıkınca bu iğrenç herif ortadan kayboldu.

İran‘ın o yıllardaki diplomatları hep bu Azadi‘ye benzer tiplerdi.

Neyse ki Mumcu cinayeti faillerinin nihayet ele geçtiği görülüyor. Böylece yıllardır -giderek kaybolan bir umutla- beklediğimiz günün geldiğine inanıyoruz.

Üstelik bu olayla ilgili olarak devletimize ve polisimize yönelik kuşkuları zihnimizden atacağımız için memnunuz.

Ama en önemlisi, bu büyük başarıdan dolayı İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ı ve İstanbul Emniyet Müdürü Hasan Özdemir‘i kutlarız.

Bu savcıyı kim tayin etti?

10 Mayıs 2000

Şimdi durum pek mi değişti?

Göreceli olarak ‘‘evet”.

Gerçi Cumhurbaşkanlığı sorunu çözüldü, ama Mumcu cinayeti konusu bize kalırsa ilk andaki aşırı umut veren durumla pek de uyumlu sayılmayacak bir görüntü vermeye başladı.

Ama bunun ayrıntılarına girersek asıl üstünde durmak istediğimiz konuya yer kalmayacak. O nedenle burada kesiyoruz.

Bizim değinmek istediğimiz, yukarıda belirttiğimiz gibi ‘‘Bir DGM Başsavcısı’nın” kuşku uyandıran durumu…

Hikâyeyi günlerdir okumayan, TV’lerden izlemeyen nerdeyse kalmadı. O nedenle şimdi herkes biliyor ki İstanbul DGM Başsavcısı Oktar Çakır aynen 1997 yılının Kasım ayında meydana gelen Susurluk kazası gibi bir olayın içinde görünmektedir. Çünkü yanında bulunan ve kazada ölen kişi, bir DGM Başsavcısı’nın arkadaşlık yapması beklenemeyecek türden biridir.

Şimdi bu tabloya bakıp haklı olarak ‘‘Ya Rab! Bize ülkemizi mafyadan, yeraltı dünyasının haydutlarından, çetelerden kurtaracak türden trafik kazaları nasip eyle!” diye dua mı edelim sorusunu yöneltebilirsiniz.

Öyle ya… Böyle bir zatı İstanbul DGM Başsavcılığı’na eğer Adalet Bakanlığı tayin etse, kıyameti koparırdık.

Buyurun… ‘‘Bağımsız” olduğu ileri sürülen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yaptığı da işte bundan ibaret.

Geçen gün bu karar altında imzası olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkan Vekili Engin Doğu’nun, ‘‘Ben, kendisini sicilindeki bilgiler ve kıdemini dikkate alarak adaylığa önerdim. İnsanlar kavun değil ki koklayıp anlayasınız. Soruşturma tamamlandıktan sonra, kirli çamaşırları ortaya çıkarsa, gerekeni en önce ben yaparım. Bundan kimsenin şüphesi olmasın” dediği bildiriliyordu.

Oysa Oktar Çakır’ın birtakım kabul edilemez ilişkiler içinde olduğu İçişleri Bakanlığı tarafından bu tayinden önce Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na bildirilmiş. Ama Kurul bu uyarıyı dikkate almamış.

Sayın Engin Doğu’ya kimse ‘‘adayların şurasını kokla” demiyor ki… Ondan ve arkadaşlarından görevlerinin gereğini bihakkın yapmaları isteniyor. O kadar.

Sayın Doğu şimdi bu tayindeki rolü nedeniyle hem kendisinin, hem de Yüksek Kurul’daki arkadaşların adının kirlenmesini nasıl önleyecek?

Görüldüğü gibi mafya, devletimizin en üst makamlarına adam tayin ettirme gücüne sahiptir. Nitekim Orhan Taşanlar’ın İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden Bursa Valiliği’ne tayin edilmesine tepki gösterip ‘‘Beni buraya kumar mafyası tayin ettirdi” dediği hâlâ hatırlardadır. O nedenle ilk kırılacak olan devlet içindeki mafya egemenliği olmalıdır.