Meğer ki Nakşibendiliği de kapatasın!




Alper Görmüş
agormus@medyakronik.com

23 Mart tarihli Radikal2’de, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) kapatılma teşebbüsünü dar hukuki, hatta siyasi çerçevenin dışında bir bakış açısıyla anlamlandırmak isteyen okurlar için ilginç bir yazı vardı. Araştırmacı yazar Mehmet Ali Gökaçtı, “Bir Nakşibendi projesi olarak AKP” başlıklı makalesinde, Hilmi Yavuz’un Cumhuriyet’e Dair adlı kitapta dile getirdiği tespit ve fikirleri daha da açarak yorumluyor.

Gökaçtı’nın da katıldığı Hilmi Yavuz’a göre, Nakşibendi cemaatinin Türk siyasetine sunduğu iki proje Anavatan Partisi (ANAP) ile AK Parti idi. “Turgut Özal gibi ilk öncüleri tarafından daha çok bireysel olarak temsil edilme ve etkin olabilme imkânı bulan bu hareket, 90’lı yıllardan itibaren ortaya çıkan yeni bir sınıfın elinde daha organize bir biçimde ülkenin gündemine yerleşmiş”ti.

Mehmet Ali Gökaçtı, “Nakşilik(in) diğer tüm tarikatlardan farklı olarak doğası ve yapısı gereği sadece insanların öteki dünyaları ile değil bizzat bu dünyadaki durumları ve konumlarıyla da ilgili” bir tarikat olduğunu hatırlattıktan sonra, tarikatın 1960’lardan itibaren geçirdiği değişimin önemine şu satırlarla dikkat çekiyor: “O günün koşullarında güçlü olmanın ve Kemalist ideoloji karşısında kendisini dengeleyebilmenin yolunun sanayileşme başta olmak üzere ilerleme ve kalkınmadan geçtiği görülerek yeni bir süreç başlatıldı. Bu süreç, İslami geleneğin çağdaş ihtiyaçlara nasıl cevap vereceği noktasında yaşama geçirildi. Bir şekilde ifade etmek gerekirse, o güne değin ‘Bir lokma, bir hırka’ olarak tanımlanan felsefi duruşun yanına bir de ‘Mazda’ eklendi. Müslüman kesimin kendi kaderine hükmedebilmesi için günün koşulları bağlamında teknoloji başta olmak üzere çağdaş tüm enstrümanlara hükmedebilmesi gerektiği açıkça idealize edildi.”

Normal olarak İslamcılığın modernleşmesi, “Batı modernliği”ni kendine hedef seçmiş bir siyasi kadroda memnuniyet yaratmalıydı. Fakat öyle olmadı, ya da bu sadece lafta kaldı. Devlet ideolojisi “yobaz”lara veryansın ediyordu ama aslında onlara duyduğu nefretten daha fazlasını “yobazlığı” aşıp modernleşmeye, şehirleşmeye çalışan Müslümanlara karşı duyuyordu. Devlet ideolojisi hiç kuşkusuz Nakşiliğin Cumhuriyet’e savaş açmış 1940’lardaki halini, bugünkü haline tercih ederdi. Ama işler her zaman “ideoloji”nin istediği gibi gitmiyor işte. O zaman da gelsin, kapatma davaları…

Araştırmacı Gökaçtı, bunun çare olmayacağını pek güzel dile getiriyor yazısının sonunda: “Evet, AKP, kökeni yüzyıllara dayanan bir tarikatın 60’lı yıllarda geçirdiği önemli dönüşümün ve gelişimin yansıması olarak şimdi karşımızda duruyor. Onun temsil ettiği dünya görüşünü, bir takım siyaset dışı oyunlarla alt edebileceği ve etkisizleştirebileceğini düşünenlerin olaya bir de bu noktadan bakmalarında fayda var. Çünkü kendisini günün koşullarına uyarlayan siyasal ve toplumsal hareketler su misali bir şekilde kendisine akacak yatağı da buluyor. Açıkça görülüyor ki, toplumsal gerçeklikler ve demokrasiyle bağdaşmayan girişimler derde deva olmuyor. Hatta yeni dertlere de yol açıyor.”

Gökaçtı’nın bu önemli yazısının en temel noktalarını özetleyebildiğimi sanıyorum. Yine de makalenin tamamını okumak isteyenlerin olacağı düşüncesiyle, tümünü aşağıda aktarıyorum.

Bir Nakşibendi projesi olarak AKP

Mehmet Ali Gökaçtı, Radikal2, 23 Mart

Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyetimize Dairadıyla yayımlanan bir kitapta şair Hilmi Yavuz’un gündeme getirdiği AKP’nin bir Nakşi projesi olduğu ve bu yönü itibarıyla daha önceki tüm sağ partilerden farklılaştığı tezi dikkat çekiciydi. Gazeteci İsmail Küçükkaya’nın İlber Ortaylı, Deniz Ülke Arıboğan ve Hilmi Yavuz’la yaptığı uzun söyleşilerden oluşan kitabın, Hilmi Yavuz’la ilgili bölümü temel olarak Türk modernleşmesinin tarihi, bugüne kadarki süreçte geçirdiği aşamalar ve karşılaştığı sorunlarla bunların nasıl aşılacağı üzerine odaklanıyor.

Bu söyleşinin en dikkat çekici yanlarında birisini de, AKP’nin bir Nakşibendi projesi olduğu tezi oluşturuyor. Değerlendirmede Turgut Özal’ın ANAP’ı ile karşılaştırılan AKP’nin bu bağlamda önceki tüm sağ partilerden farklı bir yapılanmaya ve dünya görüşüne sahip olduğu ifade ediliyor. Turgut Özal’ın da vakti zamanında Nakşilerin rahle-i tedrisinden geçtiği, ancak iktidar koltuğuna oturduğunda daha uzlaşmacı bir yaklaşım sergileyerek, devletin önemli mevkilerine sadece kendi dünya görüşüne yakın insanları getirmeyerek bazı hassasiyetleri korumaya özen gösterdiği belirtiliyor. Ve bu noktadan hareketle Tayyip Erdoğan’ın bu konuda risk almak suretiyle çok daha farklı bir kadro yapılanmasına gittiği, devletin önemli odaklarına kendi dünya görüşünü paylaşan insanları getirdiği ifade ediliyor. Açıkça ifade edilmese de, bunun daha önceki durumlara benzer yanı olmadığından hareketle bir takım sorunlara yol açacağının da altı çiziliyor.

Gerçekten farklı mı?

Sorunu anlaşılır kılabilmek adına işe önce Türkiye’nin son dönemlerdeki siyasal manzarasından başlamak gerekecek. Türkiye’de sistemin merkezindeki belirleyici konumuyla tartışmasız bir güce sahip Kemalizm’in 1997 yılından itibaren yaşadığı ayrışma bu noktada önemli bir gelişme oldu. AB karşıtı bürokratik kanat daha ulusalcı bir çizgiye çekilerek, ilk etapta kendisini Kemalizm’in AB yanlısı liberal kesiminden ayrıştırdı. Askeri bürokrasinin başını çektiği bu kesimin Batı’yı örnek alınması gereken bir model olmaktan çıkararak neredeyse savaşılması gereken bir düşman olarak görmeye yönelmesi İslami kesimin de çıkış yolu olarak AB sürecine daha yakınlaşmasına vesile oldu.

Batılı değerleri benimseyenlerin Batı karşıtı olduğu buna karşın Batı’yı bir zamanlar tehlike görenlerin Batı’ya daha yakın bir konum almaya başladığı sürece elbette birkaç yıl içinde gelinmedi. Geriye dönülüp bakıldığında modern Türkiye’nin tarihinin aslında Kemalist devletin değerleri ile Müslüman toplum kesimlerinin arasındaki mücadelenin tarihi olarak yazıldığı görülecektir. Birbirleriyle sürekli bir mücadele içinde olan iki akımın konjonktüre göre farklı pozisyonlara konumlanmaları da açıkçası, bu açıdan bakıldığında şaşırtıcı değil.

Halkın, devleti emir veren, tepeden bakan, buyurgan bir organizasyon yerine topluma hizmet eden ve kendisiyle yanyana duran bir yapı olarak görmek istemesi aslında bu mücadelenin temelini oluşturuyordu. Mücadele ilk bakışta her ne kadar dini ve ideolojik bir zemine oturmuş gibi görünse de, özünde devlet-toplum ilişkilerinin çağdaş bir devletin sahip olduğu ölçütlere getirilmesi ve hayata geçirilmesi mücadelesiydi.

Bu bağlamda Türkiye’de önemli bir çoğunluğu mobilize eden ve toplumsal yapı içinde yeni bir yere konumlandırmaya çalışan hareket de Nakşibendilik oldu. Çünkü Nakşilik diğer tüm tarikatlardan farklı olarak doğası ve yapısı gereği sadece insanların öteki dünyaları ile değil bizzat bu dünyadaki durumları ve konumlarıyla da ilgiliydi. Kısacası Nakşilik tarikatlar içinde en politik ve en aktifi olması sebebiyle bu konuda öncülüğü üstlenen bir hareket haline dönüştü. Bu yanıyla Türkiye’deki çağdaş tüm İslami politik hareketler için de bir model oldu. Nasıl mı?

Bir model olarak Nakşibendilik

Sosyal zeminin ortaya çıktığı 12. yüzyıldan bu yana tüccarların, esnafın, bürokratların ve entelektüellerin oluşturduğu bu tarikat varlığını her zaman için sanılanın aksine kırsal kesimde değil, kentlerde sürdürdü. Yeni gelişmeleri şeriat ve sünnetin denetiminden geçirerek hem yenilikleri İslami bir çerçeveye oturttu hem de siyasal hareketlerin odağı olmayı sürdürdü. Örneğin vatan sevgisi ve milliyetçilik gibi modern fikirlerin benimsenmesinde önemli rol oynadı.

Bu yönüyle Kemalist kesimin ideolojik ve politik açıdan measafeli durduğu kesimleri etkisi altına alırken, aynı zamanda onlara İslami özü kaybetmeden sisteme adapte olmanın yolunu da gösterdi. Bu durum 60’lardan itibaren İskenderpaşa Cemaati olarak bilinen Mehmet Zahit Kotku önderliğindeki Nakşi cemaatinin etkinliklerinde daha somut bir hal kazanmaya başladı. O günün koşullarında güçlü olmanın ve Kemalist ideoloji karşısında kendisini dengeleyebilmenin yolunun sanayileşme başta olmak üzere ilerleme ve kalkınmadan geçtiği görülerek yeni bir süreç başlatıldı. Bu süreç, İslami geleneğin çağdaş ihtiyaçlara nasıl cevap vereceği noktasında yaşama geçirildi. Bir şekilde ifade etmek gerekirse, o güne değin “Bir lokma, bir hırka” olarak tanımlanan felsefi duruşun yanına bir de “Mazda” eklendi. Müslüman kesimin kendi kaderine hükmedebilmesi için günün koşulları bağlamında teknoloji başta olmak üzere çağdaş tüm enstrümanlara hükmedebilmesi gerektiği açıkça idealize edildi.

Toplum merkezliliğe

Devlet merkezli olmaktan toplum merkezli olmaya doğru giden bir süreci başlatan bu gelişme ayını zamanda İslami kimliğin dünyevileşerek yeniden inşası yolunda da önemli bir rol üstlenecekti. Turgut Özal gibi ilk öncüleri tarafından daha çok bireysel olarak temsil edilme ve etkin olabilme imkânı bulan bu hareket, 90’lı ve 2000’li yıllardan itibaren ortaya çıkan yeni bir sınıfın elinde daha organize bir biçimde ülkenin gündemine yerleşerek söz sahibi olacaktı. Ekonomik ve sosyal anlamda söz konusu anlayışa paralel olarak gelişen bu yeni sınıf siyasal olarak da, ülke gündeminde etkin bir rol oynamanın çabası içinde yer alacaktı. Bunun somut örneği, biraz da 28 Şubat sürecinin tetiklemesiyle ortaya çıkan AKP’nin bizzat kendisi olacaktı.

Devlet merkezli ve katı ideolojik temelli girişimlerle içinde bulundukları krize çözüm arayan laik kesimlerin karşısında toplum merkezli ve sivil dinamiklerle hareket eden bir siyasal hareketin her zaman için yeni bir çıkış yolu bulacağı ve kendisini siyasal sistem içinde temsil etmeyi başaracağını görmezden gelmemek gerekiyor.
Evet, AKP, kökeni yüzyıllara dayanan bir tarikatın 60’lı yıllarda geçirdiği önemli dönüşümün ve gelişimin yansıması olarak şimdi karşımızda duruyor. Onun temsil ettiği dünya görüşünü, bir takım siyaset dışı oyunlarla alt edebileceği ve etkisizleştirebileceğini düşünenlerin olaya bir de bu noktadan bakmalarında fayda var. Çünkü kendisini günün koşullarına uyarlayan siyasal ve toplumsal hareketler su misali bir şekilde kendisine akacak yatağı da buluyor. Açıkça görülüyor ki, toplumsal gerçeklikler ve demokrasiyle bağdaşmayan girişimler derde deva olmuyor. Hatta yeni dertlere de yol açıyor.