Taha Kıvanç / Yeni Şafak
Her kafadan bir sese kişisel katkım / 21 Mart 2008
Aslında önce “Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?” sorusuna cevap bulmak zorunda Ak Parti. Bazılarının dediği gibi “Avrupa Birliği sürecine samimiyetle sahip çıktıkları için AB üyesi Türkiye’de üstünlüklerini kaybedecek bürokrasinin son hamlesi” olabilir mi bu girişim? Öyleyse, AB sürecine daha sıkı sarılmak mı, yoksa mümkün olduğu kadar uzak durmak mı çaredir?
Kimileri “Sebep Ergenekon” diyorlar. İlhan Selçuk böyle diyenlerle alay ediyordu dün: “İş geldi nereye dayandı?.. / Yargıtay Başsavcısı, AKP iktidarına demiş ki: / – Sen Ergenekon davasını açar mısın?.. / – Açarım… / Başsavcı köpürmüş: / – Ya öyle mi, ben de seni kapatmak için dava açarım…
“Vallahi ben uydurmadım, gazeteler yazıyorlar, Başbakan RTE ve yardımcıları: / ‘ – Biz Ergenekon çetesini çökerttik, AKP davası ondan açıldı’ diyorlarmış…”
Böyle düşünüyorsa Başbakan ve etrafındakiler, elbette alayı hak ediyorlar. Oysa Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın ilk gün seslendirdiği kuşkudan da, görüştüğüm Ak Partililerin anlattıklarından da farklı bir tablo çıkardım ortaya.
Şöyle düşünün: Kıskacın tamamlanmakta olduğunu, çok yakında öteki örgüt üyelerinin yanına götürülmek üzere olduğunuzu biliyorsunuz… Elinizde ‘dolaylı şantaj’ yapmaya yarayabilecek bir güç var. Bu gücü süreci bir an önce başlatmak üzere kullanır mısınız, kullanmaz mısınız? “Ergenekon yüzünden” diyenler böyle bir mantıktan hareket ediyorlar.
Acaba kime/kimlere kadar uzanacaktı Ergenekon operasyonu? “Sebep Ergenekon” diyenler, bu noktada, okuduğunuz mukadder soruyu soruyorlar…
Ak Partililere benim de bir tavsiyem var: Şu günlerde Cumhuriyet gazetesini dikkatle izlemeliler. Hürriyet veya Milliyet, hatta Vatan önemli değil bu süreçte, onlar “Vur kaç” ekibi; karargâh (Ergenekon’un karargâhını kast ettiğimi sanmayın, Ak Parti’yi ne pahasına olursa olsun durdurma çabasının karargâhı), Cumhuriyet gazetesi…
Şu satırları haftanın ilk günü Cumhuriyet’in ‘başyazı’ sütununda okudum: “Yüksek mahkemenin vereceği kararın ne olacağı elbette bilinemez; ancak Türkiye’nin lâik Cumhuriyet olarak İslâm dünyasındaki olumsuz gelişmeler karşısında ayakta kalabilmesini elbette yalnız hukukla ve davalarla sağlamak mümkün değildir.”
Bilinenlerin tekrarı olan yazı sanki bu cümleyi kayıtlara geçirmek için kaleme alınmış gibiydi. “Yalnız hukukla ve davalarla sağlamak mümkün değildir” cümleciği ufukta başka sürprizlerin bizi beklediğini akla getiriyor.
İlhan Bey evde mi? / 26 Ocak 2008
İlhan Selçuk’a işkence yapan ekibin tepe noktası olan kişi bir astına ‘Ergenekon’ adlı yapılanmadan söz etmiş… Memduh Ünlütürk o bilgiyi Erol Müterciler’e fısıldamasaydı örgütün varlığından haberdar olsak bile adını bilemeyecektik.
Garip olan şu: Ziverbey Köşkü’nde işkence yapılan İlhan Selçuk, köşkün bağlı olduğu birimin yeniden yapılanmasıyla ilgili son ‘Ergenekon’ operasyonuna olağanüstü mesafeli duruyor. Durum, yıllarca Cumhuriyet gazetesini Ege’de temsil etmiş gazeteci Ümit Otan’ın da dikkatini çekmiş; ‘Dördüncü Kuvvet Medya’ sitesinde şunları yazıyor: “İlhan Selçuk, onca özgün ve özel haber arasından, ‘Hangi birini seçip de üstüne kalem oynatacaksın’ diye sormuş, ama Türkiye’yi sarsan büyük gözaltıyla ilgili olayı kalem oynatmaya değer bulmamış. / Belki de bam teli burada. (..) Orhan Pamuk’un Nobel almasına karnı guruldayanların, kalem oynatmaya değer bulmayanların, ‘Hepimiz Hrant’ız’ tümcesine kafayı takanların, CHP-MHP koalisyonu kurmaya sıvananların artık o ‘derin uykudan’ uyanmaları gerekiyor.”
Bu bir uyku hali olsaydı, sarsıntıya uyanır, titrer ve kendine gelirdi İlhan Selçuk da, ama olanın uyku ile bir ilişkisi yok.
Danıştay baskınını ‘dinci eylemi’ olarak günlerce işlemişti Cumhuriyet gazetesi… Bahçesine atılan el bombaları yüzünden ‘dinci’ dediği çevreleri suçlamıştı Cumhuriyet gazetesi… Şimdi birden bire 180 derecelik bir dönüşle, “El bombaları ile Danıştay baskını aynı çetenin işi, onlar da ‘dinci’ değil” diye nasıl yazsın? Hele bugünlerde ortaya çıkan ‘tablo’, neredeyse bütün yayın hayatında, -hadi biraz daha insaflı davranayım ve İlhan Selçuk’un etkisini hissettirdiği uzun yıllar boyunca diyeyim- Cumhuriyet’in savunduklarının ‘yanlış’ olduğuna işaret etmiyor mu?
Ali Bayramoğlu/Yeni Şafak
Bu karaya ortak olmayın… / 19 Mart 2008
Böyle durumlarda kimi yüzler kızarmaz…
Böyle durumlarda sorunu çıkaranı değil, soruna maruz kalanı tartışmanın “ahlak dışı” olduğunu görülmez sanılır…
Türkiye’nin siyasi yük açısından bagajı en dolu kurumunun, yargının, otoriter uygulamaları doğrulaması açısından eli en ağır olan yapısının, hukukun “ideal tanımları”nın arkasına saklanıp, oluşan çöküntü ve kriz ortamının içinden konuşurlar, onlar…
Onlar krizle beslenip krizle var olanlardır.
Onlar toplumla olan ebedi kavgalarını başka kurumlar ve araçlar üzerinden, üstelik o kurum ve araçların işlevlerini bozarak yürütenlerdir.
Yargı, hukuk ve meşruiyet anlayışlarının sınırlarını pek dardır.
Bu sınırları 1960 Darbesinden sonra kaleme alınan 1961 Anayasası’nın başlangıç bölümünün şu ikinci cümlesi çizer:
“Anayasa ve Hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti…”
Bu mantığın yaşadığını, üstelik sadece bir nostaljiden ibaret olmadığı Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan’ın 8 Mart’ta ki sözleri kanıtlamıyor mu?
Faturayı AK Parti’ye çıkarıyorlar.
Baykal yüzünü hiç kızartmadan, “bir siyasi partinin kapatılması talebini haklı kılacak gerekçelerle dava açılmış olmasını demokrasi tökezlemesi olarak değerlendiriyorum” diyor…
10 Aralık Hareketi… Türkiye solunun tıkandığını iddia ederek yola çıkan, toplumu, tüm mağdur kesimleri fark ettiğini ima etmeye çalışan, demokrat bir sol anlayışı temsil etme heveslisi 10 Aralık Hareketi’nin yayınladığı bildirideki şu cümlelere bakın:
“AKP yetkililerinin belirli söylem ve uygulamaları, hukukta dinin dayanak alınmaması gereğini yansıtan lâiklik ilkesine aykırılık oluşturduğu gibi özgürlük ve demokrasi anlayışı açısından da ciddi sorunlar içermektedir. Bu durumda AKP yetkililerinin yargıya ağır tepkiler göstermek yerine, öne sürülen iddiaların gerçek olmadığını kanıtlamak zorunluluğu vardır…”
Tek cümleyle utanç vericidir, bu görüşler ve bunların yazılıp yayınlanmış olması…
CHP’nin gizli darbeciliğini, hayali toplum peşinde gerçek toplumla kavga içindeki ruh halini aşamayan, “kan kokusu almış kurt” misali hareket geçen garip bir zihniyet…
Tarih ibret olsun diye ya onları yazacaktır, ya da onlar hakkında bizim gibi düşünenleri…
İktidar partisiyle ilgili “haklı ve ciddi” unsunlar taşıyan iddianameyi bir okuyun, bir kez olsun okuyun…
Bu iddianamenin yüzde 90’ı sarfedilmiş sözlerden oluşuyor, laikli karşıtı eylemler eylemlerden değil… Sözler ise resmi politikaları yansıtmıyor, çoğu polemik içinde sarfedilmiş… Bir kısmı AK parti kurulmadan önce edilmiş, bir kısmı dil sürçmesi, bir kısmı bir kitle partisinin farklı düzeylerdeki farklı üyelerinin farklı arzu ve beklentilerini dile getiriyor…
Üstelik sözlerin birçoğunda sorun yok…
Düşünce ve ifade özgürlüğü sınırlarında yer alıyorlar…
Görmüyor musunuz, Ergenekon mantığının ve destekçilerinin şaha kalktığını?
Savcının muhtırasından önce “müjdeyi” bir dönem Sezer’le içtiği su ayrı gitmeyen İlhan Selçuk’un verdiğini, hatta geciktiği için bir yazısında savcıyı sigaya çektiğini duymadınız mı?
Ergenekon Davası kapsamında hangi gazetecilerin gözaltına alınacağı söylentileri kulağınıza hiç gelmedi mi?
Ergenekon operasyonundan bu yana ilgili her yazıda adı geçen general D.S’nin Cumhuriyet Gazetesi’nde bir odası olduğunu biliyor musunuz?
Bu bir kalkışmadır…
Hatta bir darbenin ön hazırlığıdır. 2003-2004 mantığının tekrar devreye girmesidir.
Ne var ki, umut hep var, hep olacak, zira yolu açık olan ve ilerleyecek yegane unsur demokrasi ve toplumdur…
Ama şu da ortada:
Bu kalkışmanın ülke için bedeli ağır olacaktır… Demokrasinin askıya alınması ve ağır kriz ihtimali sistemin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanacaktır…
Siz siz olun bu karaya ortak olmayın…
Andıçları hatırlıyor musunuz? / 20. Mart 2008
Başsavcının girişimiyle Ergenekon mantığı arasında ilişki olduğu varsayımını abartılı bulanlar olabilir…
Abartılı değildir…
Zira sözünü ettiğimiz Ergenekon meselesi, 30 civarında insanın gözaltına alındığı bir operasyondan ve bu karşı devlet içinden gelen misillemeden ibaret bir mesele değildir.
Belki önce Ergenekon’u tanımlamak gerek…
Ergenekon, merkezi devlet içinde ucu dışarıya uzanan, değişim dalgası karşısında (yargı, askeri girişim, suikast, sivil örgütler seferberliği, milisler oluşturma, şantaj, vs) türlü araç ve imkânlarla direnç gösteren, direnç örgütleyen, son dönemlerde hedefi 28 Şubat’ta tarihe gömüldüğünü sandığımız 2. Kemalist Atılım Projesi’ni, gerekirse siyasete sert müdahalelerle hayata geçirmeye çalışan, bir yapı olarak karşımızdadır…
O zaman şunu görmekde fayda var:
Ergenekon, 2002 sonrası yeniden örgütlenmiş ve yeni hedefler etrafında harekete geçmiştir. Harekete geçiren unsur “AKP iktidarı ve AB döneminin başlaması” olmuştur. Hedef, AK Parti iktidarının alaşağı edilmesi, genişleyen siyasi özgürlükler alanının eski haline çekilmesi, devletin bürokratik, merkeziyetçi ve vesayetçi yapısının restore edilmesidir.
Bu çerçevede 28 Şubat’ın büyük asker ağabeyleri, “sivil” örgütleri, Susurluk grupları, bunların devlet içindeki artıkları, üniversitelere, siyasi partilere, barolara uzanan kalıntıları 2003’ten itibaren bir şekilde temas etmiş ve seferber olmuşlardır.
Derin devlet son yıllarda illegal ve legal yapılarıyla topyekûn bir örgütlenme içine girmiş, Cumhuriyet’i 1950 öncesi modeline göre yeniden inşa etmeye soyunan bir “büyük koalisyonun motor gücü” haline gelmiştir.
Askeri açıklamalar, açılan kimi davalar bu mantığın, hatta bir bütünün birer parçası olarak karşımızdadır.
Bu yapıyı son olarak harekete geçiren üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılması oldu…
Bu, ortada…
Ancak açılan kapatma davası bu yasağın sınırlarını aşmaktadır.
Açık bir şekilde devlet merkezli yeni topyekûn bir saldırı sayfasının açılmasını ifade etmektedir.
Bu bağlamda kapatma davası, parti kapatmayı hedeflemekten çok AK Parti ve topluma yönelik bir uyarıya gönderme yapmakta, dahası yeni bir dönemin zemin hazırlayıcısı, psikolojik harekât unsuru işlevini yerine getirmektedir.
Bu mantık önümüzdeki günlerde iyice ortaya çıkacak ve anlaşılacaktır…
Ortada sadece bir ilke ya da politika tartışması, bir laiklikçilik meselesi ya da devlet kurumlarının refleksi meselesi yoktur.
Sorun derindir…
Sorunun derinliği anlamak için 2003 ve 2004’teki Kara, Hava, Deniz ve Jandarma Komutanları’nın kalkıştığı darbe girişimlerini, bu girişimlerin bugün Ankara temsilciliği yapmakta olan birçok gazeteciyi içine aldığını ve tüm bunların bir şaka olmadığını düşünmek yeter de artar…
Dün sözünü ettiğimiz kilit isim emekli General Doğu Silahçıoğlu, Cumhuriyet Gazetesi’nde 3 Şubat tarihinde bakın neler yazıyor:
“Siyasal İslam bugün Türkiye’de iktidara kadar uzanmıştır. Kim ne derse desin, siyasal İslam Türkiye Cumhuriyeti’ni teslim almıştır. Siyasal İslam’la mücadelede yapılması gereken yalnızca bir şey kalmıştır. O da AKP hükümetinin iktidarının yönetimden uzaklaştırılmasıdır…”
Yöntem olarak önerdiği şu:
“Laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelen AKP hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Anayasa Mahkemesi’nde dava açmak ve AKP’nin kapatılmasını sağlamak…”
Devam ediyor:
“Ancak bu yöntemin uygulanmasında bazı dirençlerle karşılaşma ihtimali vardır…”
Önerisinin ikinci aşaması ise şöyle:
“Anayasal kurum ve kuruluşların da desteğini sağlayarak, laik Cumhuriyetin yanında yer alan demokratik kitle örgütlerini, sendikaları, meslek kuruluşlarını ve “sol muhalefeti” bir araya getirmek; geniş halk yığınlarını harekete geçirmek…”
Şaka mı sizce bunlar?
Ergenekon, andıç, psikolojik harekat…
Şaka mı yoksa abartı mı?
Bu ülkede MGK ve basın marifetiyle darbeler yaşamadık mı daha önce?
O zaman da hukuk ve kurum meşruiyetini dillerine pelesenk etmiyor muydu, eksik demokratlar, titrek beyinler ve darbe operatörleri…