“Frankfurt’ta hamam mı kursaydık?”




Meltem Ürüt

“Acısıyla tatlısıyla bir Frankfurt Kitap Fuarı’nı daha geride bıraktık” klişesi, geçtiğimiz hafta sona eren bu organizasyonun kendi adımıza en iyi özeti olsa gerek. 60. yılını dolduran fuarı, onur konuğu olmamız nedeniyle doğal olarak, daha çok önemsedik. Hatta bir “milli mesele” olarak algılandık, imkânlarımızı seferber ettik. Öyle ki Kültür ve Turizm Bakanlığı, kendi bütçesini de aşarak 6 milyon avro harcama yaptı. Fuar sonrasındaki genel hava, Türkiye’nin yıllardır beklediği bu şansı başarıyla değerlendirdiği yönünde.

Gelgelelim her “milli mesele” gibi, bu fuarı da biraz kendimize benzettik. Ulusal yürütme komitesinin seçimlerine, hatta bizzat Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın aranarak müdahale edildiğini duyduk. Konuşmacı olarak davet edilen yazarların bırakın fuara, Almanya’ya bile gelemediğinin ancak konuşma saati geldiğinde fark edildiğini öğrendik. Stantların ve sunumların sıradanlığını, hatta “bir Türk bayrağı bile asılamadığını” tartıştık. Gerçekten, kaş yapalım derken göz mü çıkarmıştık?

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları Yönetmeni Fahri Aral, Türkiye’yi bu fuara hazırlayan ulusal komitenin danışmanları arasında yer alıyordu. Aral, aynı zamanda yaklaşık 500 yıldır yayınlanan Yunan, Ermeni, Arap ve Latin harfleriyle yazılmış Türkçe kitapları içeren bir serginin de Bilgi Üniversitesi adına düzenleyicisiydi. Deneyimli yayıncı, fuarın ve stantların gösterişsizliğine yönelik eleştirilere katılmıyor ve bu tartışmaları kitabın metalaştırılmasına bağlıyor.

Fahri Aral, fuarın direktörü Juergen Boos’un da sonuçtan çok etkilendiğini dile getiriyor. Boos, kendisine “Biz kaç yıldır böyle bir şey görmedik. Türkiye kendini çok iyi tanıttı, çok iyi tanıdık” demiş. Aral başka ülkeleri örnek gösterip, onların stantlarda kültürlerini daha iyi tanıttıklarını savunanlara ise şu soruyu yöneltiyor: “Ne yapsaydık biz de hamam mı kursaydık?”

Frankfurt Kitap Fuarı Türkiye adına nasıl geçti? Bu fırsat değerlendirilebildi mi?
Aksamalar oldu ama olumlu bir tepkiyle döndük. Sonuçta hazırlıklara biraz geç başlandı, bakanlık bütçeyi geç onayladı ama yaratılan etki oldukça büyük oldu. Fuarın direktörü Juergen Boos “Biz kaç yıldır böyle bir şey görmedik. Türkiye kendini çok iyi tanıttı, çok iyi tanıdık” dedi. Bizimkilerse bir turizm etkinliği olarak bakıyor fuara. Bu tür şeylerin hiçbiri olmadı. Böyle çok ağır, yoğun bir ulusal damga da vurulmadı. Sadece Türkiye ve Türkiye’nin çok renkli kültürü yansıtıldı.

Fuarın ardından gelen eleştiriler en çok stantların, sergilerin fazla gösterişsiz ve sade olmasına yönelikti. Gerçekten öyle miydi?
Bilmeden söylenen şeyler bunlar. O yayıncıların büyük bir çoğunluğu İngilizce bir katalog bile hazırlamamışlar. Kendilerini İtalya’yla, Fransa’yla mukayese ediyorlar. Önde gelen İtalyan, Fransız yayınevlerinin hepsi belki 50 senedir bu fuara katılıyorlar. Ve masraf edip geliyorlar. Türkiye’den ise 100 tane yayıncı seçildi. Bu 100 yayıncıya bütçeden günlük 100 Euro’luk harcırah temin edildi. Orada stant parası, kirası vermediler. Yayıncılar ellerini kollarını sallayarak geldiler.

Mesela Sabah gazetesinde bir yazı okudum “fırsat kaçtı” diyorlar. Malezya’nın standına gittiğinizde masaj kültüründen örnekler varmış. Hâlbuki başka bir şey o. Biz de hamam mı kursaydık orada?

“Batılı için gösterişli olmuş, şatafatlı olmuş, önemli değil”

Neden böyle bir bakış açısı var sizce?
İşin kökünde aslında şu var, artık kitabı basit bir meta gibi görmek isteyenler var. Yıllardır bu ticari ilişkiler ağında, nasıl pazarda domates patlıcan satılırsa kitabı da öyle satalım istiyorlar. Öyle görüldüğü zaman kitabın bir düşünce ürünü olduğu, o kitabın oluşmasında bin yıllık bir birikimin olduğu unutuluyor. Tamam, kitabı da satacaksın ama bunu domates, patlıcan gibi satamazsın. Onun başka bir içeriği var. Ona uygun davranmak zorundasın.

O arkadaşlar “niye gösterişli değil?” diyor. Niye olsun ki? Bilgiyi pazarlarken o bilginin nasıl oluştuğunun bilinmesi lazım. Kitap da aslında bir metadır ama kuralına uygun pazarlayacaksın. Onunla beraber bilgiyi sunacaksın. Örneğin bir kitap basarsanız, o kitabın yazarını çağırırsın konuşursunuz. O kitap etrafında bir düşünce oluşturursunuz. Panel yaparsınız, açık oturum yaparsınız. Düşünceyi düşünceyle desteklersiniz. Şimdi çok gösterişli bir stant yapmak iyi güzel olur ama esas olan o değil. Batılı için gösterişli olmuş, şatafatlı olmuş bunlar önemli değil.

Almanlar ve fuar yöneticileri nasıl buldular Türkiye’nin sunumunu?
Almanlar, fuar yöneticileri dâhil, bu yönümüze hayran kaldı. Sunuş, düzenlediğimiz konferanslar, paneller korkunç ilgi gördü. Esas olan da bu.

Birçok insan Türkiye’yi tanımıyor aslında. Başta Almanlar olmak üzere önyargıları çok var. Burada kebaplar olacak, kılıç kalkan gelecek gibi düşünülüyordu. Hiç de öyle olmadı. Her taraf bayraklarla filan donatılmadı. Mesela Türk bayrağı yoktu hiç. O işin kültürle ilgisi var. Almanya’daki Türkler de biraz şaşırdılar bu duruma. Onlar gurbette yaşıyorlar sonuçta bayrak görmeyince biraz durakladılar. Mesela başka bir anlayış olsaydı. Her köşe başında bir tane döner olurdu.

Fuarda yer alacak yazarların belirlerken “Ben niye yokum” tartışmalarının çıkacağını da düşünmüş olmalısınız.
Komite yaptı ortak kararla. Yazar seçiminde hiçbir zaman kimseyi tam olarak memnun edemezsiniz. Orada “Palimpsest Reclaimed – Kazanılmış Katmanlar” adlı bir sergi açıldı. Eskiden palmiye yapraklarına, papirüslerin üzerine silinip silinip tekrar yazı yazılıyordu. Tabi izleri kalıyordu silinenlerin. Arkeolojik kazılarda onlar korunmuş bir biçimde bulununca birçok uygarlığın üst üste olduğu görülürdü. Biz de oradan esinlendik ve bu fikir çok tuttu. Mesela son gün devir teslimde fuarın direktörü Juergen Boos da bu deyimi kullanmaya başladı. “Uygarlıkların üst üste gelmesi önemli bir zenginliktir” dedi. Bizim kavramları kullandı, o bakımdan oldukça etkili oldu.

“Mutlaka birisi ‘ben niye yokum’ diyecekti”

Hangi yazarlar vardı sergide? Orada olmalıydı ama yoktu dediğiniz bir yazar oldu mu?
O sergiyi Pera Müzesi üstlendi. Pera Müzesi’yle konuşulduğu zaman ben de vardım komite adına orada. Masrafları üstleneceğiz ve kendi küratörümüze vereceğiz bu işi dediler. Küratör Ekrem Işın da çok güzel bir iş çıkardı.

Sergide bugünden geçmişe doğru gidiliyor. Altı tane kapı var. Her kapıyı bir yazar temsil ediyor. Her kapıdan girildiğinde onun düşüncesi etrafında şekillenen bir dünya, bir Türkiye görülüyor. Örneğin Oğuz Atay’da cumhuriyetin ruhunu görüyoruz. Odaya girince cumhuriyetin ilk yılları, Batılılaşma, modernleşme, yazı devrimi görülüyor. Orada birçok yazar var onun gibi. Arka planda bir düşünce sistemi gelişiyor. Ziya Gökalp’lerden tutun, Şerif Mardin’lere giden bir sistem. Tanpınar kapısından girince biraz daha Batılılaşma, modernite sorunları… Necip Fazıl kapısından giriyorsunuz muhafazakârlaşma, İslami değerler… Hepsini koyamazsınız tabi sadece birkaç isim… Mesela Nazım Hikmet kapısından girince Nazım Hikmet’le birlikte sosyalist yazarlar, toplumcu edebiyat, onun yansıması 68’ler, afişler bile konuldu oraya. Sait Faik’te daha farklı bir dünya. Küçük insan dünyası, diğer tarafta günümüz edebiyatçıları… 170 tane isim saptandı.

Orada ben niye yokum tartışmaları olacak. Bunun önüne geçemezsiniz. Böyle bir sergi bir envanter, bir döküm sergisi değil. Ama burada mutlaka birisi ben niye yokum diyecek. Mesela Mehmet Altan oradaydı. Bakana “Bizim aileye düşman mısınız” demiş Çetin Altan ve Ahmet Altan’ın fotoğrafını görmeyince. Küratör Ekrem Işın ise “benim anlayışım bu, ben başka bir gözle bakıyorum” diyor. Eğer bu görevi ona vermişsek bu böyle. Mesela bizim “Modern ve Ötesi” sergisi yapıldı. Orada da küratörler var. Birçok insanın resmi yer almadı. Ben niye yokum dediler. Seçimi yapan o sergiyi düzenleyendir. Bazı dengeler olabilirdi. Bir takım eksiklikler olabilir ama bunlar çok önemli şeyler değil.

Yayınevlerinin hangi kitapları yazarları sergileyeceği komite onayından geçti mi?
Hayır. Herkes istediğini getirdi.

“Türkiye’den tek üniversite yayınevi bizdik”
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları olarak neler yaptınız fuarda?
Biz İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları olarak Türkiye’de yaklaşık 500 yıldır yayınlanan Yunan, Ermeni, Arap ve Latin harfleriyle yazılmış Türkçe kitapları içeren bir sergiye sponsor olduk. Bir de “Ahmet Haşim Frankfurt’ta” başlıklı bir çalışma yaptık.

Ahmet Haşim 1932’de Frankfurt’a gidiyor tedavi için. Frankfurt izlenimlerini içeren çok güzel bir metni var, “Frankfurt Seyahatnamesi”. İstasyondan iniyor, caddeleri geziyor, bakıyor hasta olduğu sürece. Ahmet Haşim sergisinde oradan ilgi çekici pasajlar aldık. Almancaya çevirttik. Aslında amacımız hazırladığımız afişleri, bu sözü geçen yerlerin önünde ya da yakınında billboardlara asmaktı. Bir de içeride sergisini yapmak. İçeride sergisini yaptık ama istediğimiz gibi olmadı afişler, yapmadık. Almanlar tarafından en çok ilgi toplayan sergi bu oldu.

Diğer sergi de Türkiye’de yaklaşık 500 yıldır yayınlanan yabancı dilde eserleri içeriyor. Çok yankı uyandırdı bu sergi. Hatta Abdullah Gül, Almanya cumhurbaşkanı Horst Köhler ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’la birlikte sergiyi gezerken, ben anlattım sergiyi. Mesela Karamanlıca bir yayın var, Yunan harfleriyle Türkçe yazmışlar. Bunu duyunca Almanya Cumhurbaşkanı çok şaşırdı. Ben böyle bir şeyi hiç görmedim dedi. Tabi bunların hepsini neredeyse yok etmişiz ama böyle bir miras üstünde oturuyoruz.

Genel olarak bizim açımızdan çok iyi oldu. Bu yayınevini kurduğumuzdan beri her sene giderim ben fuara. Orada bir standımız vardı. Fakat biz İngilizce kitap bastığımız için kitap satma konusunda bizim birkaç yayınevi kadar çok etkin olamadık. Bu sene konuk ülke olduğumuz için ilk ilgi edebiyat eserlerinde ve romancılarda oldu. Bu araştırma ve inceleme yani bizim bastığımız türden akademik yayıncılık biraz daha ikinci plandaydı.
Bir de en önemlisi, katılan tek üniversite yayınevi bizdik. Başka yoktu. Zaten her ay iki üç tane düzenli olarak kitap çıkaran tek üniversite yayınevi biziz. Biz de biraz hakikaten gurur duyduk. Bütün yayınevlerinin yanında bir tane üniversite yayınevi vardı o da bizdik.