Mustafa Alp Dağıstanlı
Kovada gölünde kıyamet kopuyordu. İlk işareti, hışımla esen rüzgar vermişti; kuzeyden karanlık bulutları sürüklüyordu. Çadırları kurmuş, ateş yakmak için etraftan odun toplamış ve kaplarımızı suyla doldurmuştuk.
Cumartesi (12 Temmuz) sabahı 8 kişi İstanbul’dan üç arabayla yola çıkmış, 8 saatlik eğlenceli bir yolculukla önce Ereğli’ye varmıştık. İlk iş, Ereğli gölündeki adada biraz geç bir içkili öğle yemeği yedik. Mezeler taze ve lezizdi. Kerevit istedik, ama henüz çıkmamıştı. Biz de sudak söyledik. Bir tatlı su balığına göre gayet lezzetliydi gelen sudaklar.
Deniz balıkları (tuzlu su) daha lezzetlidir. (Hakiki alabalığın ayrı bir yeri olduğunu unutmayalım tabii.) Ama çok tuzlu denizlerin balıkları da çok lezzetli değildir genel olarak. Karadeniz balıklarının Ege ve Akdeniz balıklarından lezzetli olması da bundan.
Bütün denizlerin bütün balıklarını, Ege’nin çipurasını, mercanını, lipsosunu, eşkinasını büyük bir iştahla yerim ben de, ama bir karşılaştırma için Ege barbunuyla Karadeniz barbununu tatmanızı öneririm. Ege barbunu göz, Karadeniz barbunu ise damak ziyafeti sunar. Ege barbunu tartışmasız daha gösterişlidir; iridir, pasparlaktır ve dipdiri görünür. Fakat Karadeniz barbunu yayında gayet yavandır. Bir oturuşta 50-60 Karadeniz barbununu rahatlıkla yiyebilirim ben. Madem balığın lezzetinden konuşuyoruz, Salah Birsel’in bir tesbitini de aktarayım bari: “Balık ne kadar çirkinse o kadar lezzetlidir.” Bundan emin değilim ama; lüfer çirkin değildir fakat lezzetine de diyecek yoktur.
Neyse… Yemekten sonra kamp için alışverişi Ereğli’de yaptık. Ve işte sonra da Kovada’ya geldik. Havanın kararmasına yakın, hafiften yağmur başladı. Biz de bir yandan ateşi yakmaya koyulduk.
O arada Bünyad’ın gürleyen sesi duyuldu: “Vitooo, arabanın kapısını aç. Şehirde değilsin artık, kitlemene gerek yok dağbaşında!”
Yağmur şiddetini arttırınca, her zaman tedarikli olan David bir tente çıkardı ve ateşin yanındaki iki büyük ağacın arasına gerdik. Yaz ortasında polarlarımızı ve yağmurluklarımızı giyinip üç metrelik tentenin altına 8 kişi sığındık. Yağmur sert rüzgarla birleşip kırbaç olmuştu. Yine de yılmadan rakılarımızı içip (bira içen birkaç hain vardı), ateşi besleyip fırtınanın biraz dinmesini bekledik.
Hava o kadar haşindi ki, sanki Poseidon gazaba gelmiş, küçük Kovada gölü okyanus gibi azmıştı. Her tarafa yıldırımlar düşüyordu. Etrafta, yıldırımların daha önce yakıp yardığı ağaçlar vardı. Yanımızdaki metallerin bu yıldırımlardan birini çekeceği endişesi duymaya başladık. Bu arada, tam tepemizde, göğü yırtarcasına patlayan bir yıldırım bizi oturduğumuz yerde hoplattı. Fehmi, “‘Siktirolupgidin’ diyor galiba” diye yorumladı bu son yıldırımı.
Birkaç saat sonra rüzgar bulutları temizledi, yıldızlar çıktı; biz de ızgara işine giriştik. Ocakçı Vito’ydu; etler gayet lezzetliydi. Bünyad’ın sesi yine duyuldu: “Vitooo, arabanın kapısını aaaaaç!”
Yatma vakti yaklaşırken bazılarımızı başka bir korku, bütün kamplarımızın vazgeçilmez korkusu kapladı: Fehmi’nin horlaması. Böyle formüle ediliyordu, ama horlayan sadece Fehmi değildi tabii. İkisi ikişer kişilik, üç çadırımız vardı. Ben de müthiş horlayan biri ve horlayanların horlanmasına tepki olarak Fehmi’yle aynı çadırı paylaşmaya karar verdim. İkinci kademede horlayan Sençer ve David de öbür iki kişilik çadıra yerleşti. Horlamadığını iddia eden kalan dört kişi (Fikret, Bünyad, Erdem, Vito) Bünyad’ın büyük çadırına sığındı.
Gece boyunca rüzgar, yaprakların şiddetli hışırtısı, Kovada dalgalarının gürültüsü kesilmedi. Ama ben neredeyse hiç horlama duymadan uyudum. (Fehmi de duymamış!) Parlak bir Pazar sabahına uyandık. Ama bazı arkadaşlaar, özellikle Vito, anladığım kadarıyla, horlamaları tesbit etme tutkusuyla adam gibi uyuyamamış.
Kahvaltıyı Kovada’da değil de, yolumuzun üstündeki köylerden birinin kahvesinde yapmaya karar verdik. Fakat geçtiğimiz iki köydeki kahveler kapalıydı. Yeniköy ve Sağrak’ta üç, beş güzel taş ev vardı. Ama bu taş işçiliğinin mükemmel örneklerini Sağrak’a 5 km mesafedeki antik Adada kentinde gördük. Zaten kahvaltımızı da orada, Bluterium’un önündeki meydanda yaptık. Bu arada tabiii: “Vitoooo, arabanın kapısını aaaaaaç!”
Güzel bir cins dikenli çalının etrafı kapladığı Adada, arkadaki vadiye doğru yayılıyor. Bazı yapı parçaları ayakta ve yakınından bir Roma yolu geçiyor. Yıkılmış ama sağlam görünen taşlara bakınca, kentin ayağa kaldırılabileceğini düşünüyorsunuz. Bu yıkıntıları geçip yoldan 50 metre kadar yürüyünce önünüze açılan güzel ovaya yayılmış başka bazı yapılar hemen gözünüze çarpıyor. Yolun sollunda, yamaca doğru kurulu hayli sağlam iki yapı anıt-mezar.
İnsan, bir zamanlar burada nasıl bir hayat yaşandığını merak etmeden yapamıyor. Bir de, ister istemez şunu düşünüyorsunuz: Bu tarihî, ‘turistik’ yerleri size yaşatacak, o dünyanın içine girmenize, tahayyül etmenize yardımcı olacak düzenlemeler yapmayı beceremiyoruz. Gittiğinizde, antik dünyayla çok ilgili olmasanız da, bir heyecan duyuyorsunuz, ama bu heyecan beslenmediği için, tıpkı yaz aylarında suyla beslenemeyen bölgedeki dereler gibi, hemen kuruyor, güdükleşiyor.
Dağ yollarında epey bir yol yapıp bir aşıtı geçtikten sonra Bünyad bizi çimenlik bir alana götürdü ve arabalardan indik. Yaklaşık 8 kilometre boyunca devam muazzam Roma yoluna ortasından bir yerden girdik ve 200 metre kadar bu yol boyunca yürüdük. Mevcut araba yolunu genişletme çalışmaları, bazı yerlerde binlerce yıllık bu güzelim yolu yok etmişti ve etmeye devam ediyordu. Roma yolu, vadi boyunca devam ediyor, araba yoluna rastlayınca kayboluyordu. Sonra, bir düzlükte Bünyad birden haykırmaya başladı ve derhal arabadan indi. Biz de. Bir yıl önce geldiğinde sapasağlam gördüğü Roma yolunun yarısı ve kenar taşları, bu bölümde, araba yolunu genişletelim derken grayderlerle hunharca vandallanmıştı. Oradan başlayıp geriye doğru şahane bir güzergah boyunca ilerleyen Roma yolundan birkaç yüz metre yürüyüp geri döndük. Ekipteki herkes, ama en çok da bir zamanlar rehberlik de yapmış olan Fehmi, bu Roma yolunun nasıl bir cazip parkur haline getirilebileceğini, turistlerin buraya nasıl akın edebileceğini söyleyip durdu.
Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, ki gerekir, biz bir çirkinlik yaratıp onun seri üretimini yapmakta mahiriz ve üstelik bunu yaparken mevcut değerleri ve güzellikleri mahvetmekte daha da mahiriz.
Roma yolunun bittiği aşıtı geçip indiğimiz vadide büyük küçük bütün dereler kuruydu. Bunların çoğu yazın zaten kuruyan dereler, ama bu yılın kuraklığının kuru bıraktığı yataklar da var. Benim gibi bir Karadenizlinin hiç alışık olmadığı bir şey. Akdeniz’e, Ege’ye tabii ki defalarca gittim, ama bu kuru dere yataklarını kabullenmekte her seferinde zorlandım. Kuru dere yatakları bende bir kötürümlük hissi yaratıyor; canlılığın yitimi. Bu duygudan kurtulamıyorum ve yaşama şevkimi zedeliyor.
Bu bölgede arabayla uzun süre yol yapmanın sıkıcı olması da bununla bağlantılı. Yol boyunca genellikle güzel bir tabiat görmüyorsunuz. Kıraç topraklar, çıplak dağlar, kel yamaçlar…
İşte, kavurucu sıcak altında, toz toprak yollarda geçirdiğimiz saatlerden sonra hepimizde bir su kenarında kamp kurma ihtiyacı had safhadaydı. Artık suya girmek, serinlemek, tozdan arınmak istiyorduk. Çok geniş bir dere yatağında biraz su gördük ve büyük umutlarla uygun bir düzlüğe indik. Ama gördük ki, az miktardaki su çamur halinde akıyor. Önceki gece yağan şiddetli yağmurun suyu; ve o da azalarak yokoluyordu ileride. Büyük hayal kırıklığı.
Biraz daha yorulmayı göze alıp, sabredip Köprülü Kanyon’a basmaya karar verdik. İşte nihayet berrak bir su. Pazar kalabalığı önce canımızı bir hayli sıktı, ama birkaç saat sonra onlardan eser kalmayacağını umup kendimizi bir mokampa attık ve sonra da gireni soğuktan kakırdatan (14 dereceymiş) ırmağa. Tabii: “Vitoooo, arabanının kapısını aaaaaaç!”
Çoluk çocuk, büyük küçük herkes rafting yapıyor. Güzel bir şey. Fakat, neredeyse bütün doğa sporlarında tecrübesi olan Bünyad yakınıyordu: potansiyel değerlendirilemiyordu, adamakıllı bir eğitim yoktu, rehberler yetersizdi… Buna rağmen o bölgede binlerce raft vardı ve çok da ucuzdu. Raft kiralayanlar asıl parayı raft yapanları fotoğraflayarak kazanıyordu…
Yola çıkarken endişelerimizden biri de bu sene 40’tan fazla kişiyi öldüren keneydi ve bu bölgede de can almıştı. Benim gibi birkaç kişi yine de, uzun yürüyüşler dışında sandaletlerle dolaşıyorduk. Vito ise ilk günü botlarını ayağına çekmiş, paçalarını çoraplarının içine sokmuş halde geçirdi. Ama günün sonunda bu endişeden sıyrıldı ve o da terliklerini tercih etti.
Akşam ırmak kıyısında o kadar içmiştik ki (bizim, Mangal Dağcılığı Federasyonu kurucu üyeleri olduğumuzu söylemeyi unuttum; pardon), çadır eşleşmelerinde bir karışıklık oldu. Bir kere, Fehmi’yle ben ayrı çadırlara düşüverdik. Hiç horlamayan tek kişi olan Bünyad (koca cüssesine bakınca yeri göğü inleteceğini sanırsınız) kendini tek başına mokampın çadırlarından birine atarak yırtmıştı. Bizim çadıra düşen Vito ise ertesi sabah benim, David’in ve Fikret’in kaç saat, hangi pozisyonlarda, hangi seslerle, kaç desibel horladığımızın raporunu sundu. (Onun da bu gezinin horlama istatistiklerini yazmasını bekliyoruz.)
Kahvaltı öncesinde ve sonrasında yine ırmağa girip serinledik. Pek tabii: “Vitoooo, arabanının kapısını aaaaaaç!” David, İstanbul’da erteleyemeyeceği bir işi olduğu için bizi bırakıp döndü. Biz de, 7 kişi, 10 km uzaklıktaki Selge antik kentine doğru yola çıktık. Son derece ilginç ve güzel kaya oluşumları eşliğinde, günümüz Selge köyüyle içiçe olan antik kente ulaştık. Yol boyunca, çoğu yerde, rüzgarın biçim verdiği kaya blokları sanki insan elinden çıkma şahane bir mimari yapının parçaları gibi duruyordu.
NTV Yayınları için bir tarihi yerler kılavuzu hazırlayan ve buraları da adım adım dolaşmış olan Bünyad, köy içindeki görkemli tiyatroya gitmeden önce vadiden aşağı doğru başka bir yere götürdü bizi. Toprak yoldan 10 dakika kadar indikten sonra arabaları bıraktık ve bir 10 dakika kadar da kayaların arasından tırmandık. Bünyad, tuhaf bir taş oyuğuna oturdu ve “İşte benim tahtım” dedi. Gerçekten de bir taht gibiydi ve çok rahattı o gedik. Üstelik, şahane bir manzaraya hakimdi. Yol boyunca gördüğümüz o “mimari” taş bloklarından binlercesi önümüzdeydi. Taşların arasında tarım için irili ufaklı taraçalar açılmıştı. Bu taraçalar belki 2000 yıldan fazla bir zamandır kullanılıyordu. Bünyad’ın demesine göre, muhtemelen üzüm bağları vardı o zamanlar burada.
“Harman” denen bu bölgenin tadını çıkardıktan sonra antik tiyatroya çıktık. Yaklaşık 3000 kişilik heybetli ve hayli sağlam bir yapı. Köyün çocukları etrafımızda. Vito o sıcakta üşenmeyip yıkık halde duran sahne yapısının önündeki alana inip Shakespeare’den bir tirad attırdı. Hiç fena değildi. Antik kentin öbür parçaları günümüz köyünün içinde, altında erimiş. Yine de Stadium’un birkaç basamağı görülebiliyor. Hiçbir kazı çalışması yapılmadığını hesaba katarsanız, bu köyün neler barındırdığını tahmin edebilirsiniz.
Selge’den indik. Hedefimiz, Dedegül dağlarının eteğinde, yaklaşık 2000 m yükseklikteki Kuzukulağı yaylası. Yalnız, bir sorunumuz var: arabaların benzini azaldı ve civarda benzinci bulmak mesele. Böyle turistik bir bölgede, kasabaların çoğunda benzinci yok. Zaten ara yollarda da çok az araba gördük. Yaylaya çıkmadan önce en yakın kasaba olan Kesme’ye gittik, ama benzinci kapalıydı. Civardan beş litre benzin bulduk. Benzini en az olan arabaya koyduk onu; öbürleri idare edecek gibiydi.
Öğle yemeğini Derebucak’ta bir lokantada yedik. Kamp için yeterli rakımız vardı, ama bira takviyesi gerekebilirdi. Lokantadaki genç adam, kasabada içki satan yer olmadığını söyledi. Bu gayrıinsani durum, bu tür yerler olduğunu çok duymamıza ve hatta daha önce bizzat karşılaşmamıza rağmen bizi sinirlendirdi. Fakat alışverişe çıkan arkadaşlarımız, küçük büfe gibi bir yerde bira içen birkaç genç olduğu müjdesini getirdi. Kasabanın ana meydanının adı Alpaslan Türkeş’ti.
Yaylaya çıkan en kestirme yola vurduk. Fakat Kartoz köyünden sonra tırmanmaya başlayan yol birkaç yerde heyelanla kapanmıştı. Bünyad gidip bir baktı ve biraz uğraşmayla geçilebileceğini söyledi, ama bu riski göze almamaya karar verdik ve yolu uzatarak Aksu üzerinden yaylaya çıktık.
Geniş ve güzel bir yayla. Hemen dibinden heybetle yükselen Dedegül dağı masif bir kaya. Yayla, Dedegül’le onun karşısındaki daha alçak ve yumuşşak yükseltinin arasında bir boğaz oluşturuyor, onun için de, zaman zaman kesilse de, serinletici rüzgarı eksik değil.
Yiyeceklerimizi iki çeşmenin yalağına yerleştirip kampı kurduk. Bu arada civar köylerin birinden birkaç kişi bizi görünce uğradı. İçlerinden biri muhtardı ve bizle o muhatap oldu. Kibarca neyin nesi olduğumuzu sordu. Kaymakama falan haber vermiş miydik? Versek iyi olurdu, terörist sanılabilirdik! Sonra, maden bulup bulmadığımızı öğrenmek istedi. Bu ‘maden’ kelimesi pek muğlaktı. Gerçekten maden anlamına da gelebilirdi, define anlamına da. Definecilik çok yaygın ve köylüler de bu işe pek meraklı oldukları için bize de bu şüpheyle yaklaşacaklarını tahmin ediyorduk. Köyün gelire ihtiyacı vardı ve bulsak iyi olurdu.
Ama köyün daha acil bir ihtiyacı olduğu ortaya çıktı; muhtar ve beraberindekiler de su arıyordu. Ertesi gün Dedegül’de gezineceğimizi öğrenince biraz daha meraklandılar. Muhtar, buraları tanıdığını anladığı Bünyad’a, dağda bir yerdeki mağarayı bilip bilmediğini sordu. Bünyad bildiğini söyledi. Muhtar, “Girdin mi,” diye devam etti, “su vardır belki orada”. Bünyad girmemişti.
Muhtar, İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince bizim yardımcı olabileceğimiz başka bir ‘proje’yi açıp destek istedi: Bu yaylaya beton bir bina yapılsa, çok gelen giden olurdu, insanlar daha rahat edeceği için!
Biz de bu haliyle daha rahat ettiğimiz için buraya gelrdiğimizi anlatmaya çalıştık, ama aynı telden konuşmadığımız, muhtarın beton ev ısrarıyla hemen anlaşıldı. Bunun üzerine Bünyad, bu yaylaya 15 sene önce 40 kamyon turist getirdiğini, onları yine cezbetmeye çalışmanın daha kârlı olacağını anlatmaya çalıştı.
Köy heyeti gidince kimimiz odun toplayıp ateşi yakarken, kimimiz ızgara hazırlıklarına başladı, kimimiz salata için kolları sıvadı, kimimiz de içki servisiyle uğraştı. “Vitoooo, arabanının kapısını aaaaaaç!”
Ocakçı Vito bu kez et ve tavuğun yanında kıyma da almıştı. Ateş başında yoğurup yaptığı köfteler nefisti. Etleri herkesin damak tadına göre pişirdi. Geceyarısına kadar ateşi harlayıp durduk, çünkü seyretmemiz gerekiyordu. Ne filmler, ne diziler, ne hayatlar, ne ümitler, ne hayaller vardı o alevlerde, közlerde… Herkes kendininkini seyretti.
Erdem, yeni edindiği enteresan müzikçalarıyla emrimize amadeydi. Hümeyra “Yaş 35 yolun yarısı eder” deyince, bir kıpırdanma oldu. “Tıfıl”lardan biri, Erdem (40), morali bozulduğu için bu şarkıyı geçmemizi istedi. Tabii itiraz ettik.
Dolunay, kafa lambalarımıza gerek bırakmayacak şekilde aydınlatıyordu Kuzukulağı’nı. “Vitoooo, arabanının kapısını aaaaaaç!”
Utanç verici bir durum: Sezen Aksu’nun —bana hiç hitab etmez— “Sen ağlama”sı çalmaya başlayınca, Erdem, Fehmi’ye dans teklif etti. Yedi erkek dağa çıkmanın bedeli bu galiba. Ah!
Utanç verici ikinci durum: hepsinin cep telefonları gün ve gece boyunca hiç durmamacasına çalıştı. (Kaçkarlar’ın gözünü seveyim; orada birçok yerde çekmiyor da!) Şehirle muhabbet o biçim. Ne Ergenekon iddianemesinden kaçabildik, ne Isparta’daki deprem haberinden, ne şundan, ne bundan… Şehirdeki alışkanlıklardan kopmanın zor olduğunu gösteren bir başka şey de, anladığınız gibi, Vito’nun, 2000 metredeki yaylada, oturduğumuz yerden 15 metre uzaktaki “Vitora” marka arabasını kitlememeyi bir türlü beceremeyişiydi. Akşam arayanlardan biri de, aklını ve gönlünü burada bırakıp giden David’di.
David’in aklının kalacağı asıl faaliyete ise ertesi sabah (Salı) 9:30’da başladık: Sularımızı ve her ihtimale karşı polarlarımızla yağmurluklarımızı sırt çantalarımıza koyup ileride iki sırtın arasından yükselen kuru dere yatağından yürümeye koyulduk. (Fehmi fazladan irice bir kavun ve birkaç hıyar da koymuştu çantasına tabii.) Kayalık dağların çevrelediği arazi de, dere yatağı da yürümeyi enikonu zorlaştıran taşlarla doluydu. Rahat iki adım atma şansınız yok. Taze kekik kokuları içinde, molalarla dört saat kadar yürüdükten sonra, dağlar arasında oluşmuş bir çanakta, yaklaşık 50 metre genişliğinde 200 metre uzunluğunda bir kar kütlesiyle karşılaştık.
Biraz eşeleyip temiz kara ulaştık ve mataralarımızdaki suyu böylece soğuttuk. Kavunu da karın içine gömdük biraz soğusun diye. Sonra, bu çanağa gelmeden hemen önce gördüğümüz bir kaya köprüsünün altında mola verip kavunu ve hıyarları bir güzel yedik ve Fehmi’nin heykelini bir yere dikmeye karar verdik. Sırtın alt tarafındaki kayalar dökülmüş ve büyükçe bir kemer oluşmuş. Bünyad, kaya tırmanışçıları için bu köprünün ideal bir yer olduğunu söyledi: “Bilseler dünyanın öbür ucundan bile gelirler.” Biz memleketi tanıyor muyuz ki, başkasına tanıtalım. Klişe haline getirdiğimiz görüntüleri sunup duruyoruz.
Bir saat daha yürüdükten sonra, 15:00’te, artık ya bir sırta tırmanacağımız ya da geri döneceğimiz noktaya vardık. Sençer, Fikret ve Vito döndü; Bünyad, Fehmi, Erdem ve ben de devam etmeye karar verdik. Doğrusu, benim devam etme sebebim, aynı yoldan geri dönmeyi çok sıkıcı bulmamdı. Sırtı aşıp yaylaya inen başka bir yol bulabileceğimizi umuyorduk. Önce Bünyad tırmandı ve beklememizi söyledi. Peşinden Fehmi gitti. Sonra bizi de çağırdılar ve sırta çıktık.
Bünyad, bir iniş rotasını bir yere kadar keşfetmişti, ama sonrasını bilmiyordu. Kolaçan ede ede biraz daha indik ve zorluk başladı. Bir süre böyle debelendikten sonra sağa doğru giden bir patika buldum ve oradan biraz inince dimdik bir kuru dere yatağı çıktı önüme. Yüz metre kadar aşağıyı görebiliyordum. Dikti, ama biçimsiz de olsa merdivenler yaparak iniyordu. Bizimkilere seslendim. Bünyad, “Sen in bak, ona göre gelelim” dedi. Rahat iniliyordu aslında. Yüz elli metre kadar indim ki ne göreyim, tam o noktada dere yatağı 7-8 metrelik bir şelale (kuru tabii) yapıyor ve oradan inmemiz imkansız. Durumu Bünyad’a anlattım bağıra çağıra. “Hemen dön!” dedi. Bünyad son derece tecrübeli profesyonel dağcı, onu dinlemem lazım, ama o dikdik dereyi gerisin geri çıkmayı da hiç gözüm yemiyor. Yandan az riskli bir geçiş var, gideceğim, ama aşağıda bir şelale daha görüyorum ve dibi bulunduğum yerden görünmüyor. Bünyad tekrar dön talimatı verdi.
Birkaç dakika düşündükten sonra o dimdik yatağı tırmanmaya başladım. Son 10 metreyi emekleyerek ancak çıkabildim. Emeklerken Bünyad’ın sesini duyuyordum; Fehmi’ye sesleniyordu: “Mustafa’yı gördün mü, göz teması kurdun mu? İyi. Biz patikadan devam ediyoruz, siz de arkadan gelin.”
Fehmi 100 metre kadar ötede oturmuş beni bekliyordu. Tam orada, bu kurak dağların tam orasında küçücük bir gözeden su geliyordu. O küçük birikintide yüzümü yıtadım, başımı ıslattım ve yola koyulduk tekrar. Kimi yerlerde dimdik yarların hemen dibinden geçen patikayı takip edip sırtı dolandık ve çıkarken rastladığımız o kaya köprüsünün biraz aşağısına inip geldiğimiz yoldan kampa koyverdik kendimizi.
Ama iniş, bir bakıma, çıkıştan daha zordu. Etrafa yayılan taşlar inerken yürümeyi daha da zorlaştırıyordu. Dere yatağı daha kestirmeydi, ama ani hareketler yapmaya mecbur ediyor ve eklemleri daha da zorluyordu.
Kampa vardığımızda saat akşamın 9’uydu. Önden gelen üç kişi ise 6’da kampa varmış, yıkanmış, ateşi yakmış, yemek için hazırlıklara başlamıştı. Biz de gelir gelmez yalağın başına gidip iyi kötü yıkandık ve ateşin başına döndük. Fikret, Sençer ve Vito yemeği ve salatayı yapmakla kalmadı, içki servisini bile üstlendi.
Dolunay bütün yaylayı ışıkla dolduruyordu. Leonard Cohen’in sesinden birileri bize sesleniyordu: “Dance me to the end of love!”
Ve tabii: “Vitoooo, arabanının kapısını aaaaaaç!”
Sabah Vito, benim ve Fehmi’nin horultusuyla dans ettiğinden yakınıyordu tabii.
Bedensel yorgunluk insana huzur verir. Fakat biz tam kahvaltıyı bitirdiğimizde, sırtında çantasıyla yola çıkıp, 14 kilometre yürüyüp bize rastlayan Kahraman hiç de huzurlu değildi, tam tersine çok tedirgindi. Kahraman katırını arıyordu. Dağın, bizim inemediğimiz sırtının yamacından dolanmış, kahvaltıdan önce kamp yerinin civarına doluşan 60-70 kadar katırı görünce de, belki kendi katırı da onların arasındadır diye buraya gelmişti. Ama yoktu.
Gözleriyle kayalık dağları tarıyor, “Dürbününüz var mı?” diye soruyordu. Buyur ettik; oturdu. Kahraman 57 yaşındaydı. Çocuklarını büyütmüş, evermiş, bir hanımıyla kalmıştı. Evinin önündeki küçük tarlada satmak için değil, geçimlik ekim yapıyordu. Yaza doğru, öbür köylüler gibi, katırını salıyordu tabiata, bu mevsimde de işte böyle buralara geliyor, arayıp buluyor ve götürüyordu. Ekini taşıma işi için vazgeçilmezdi katır.
Bir katır bir milyarın üstünde ediyordu, çünkü araçtı. Yayladan herhangi bir katırı alamazdı, çünkü hepsinin sahibi vardı. Alıp sonra bıraksa da olmazdı, çünkü ya bir şey olursa katıra, ne diyecek, nasıl ödeyecekti? Bulamazsa ne olacaktı? Bulacaktı, bulamam diye bir şey yoktu. Bugün bulamazsa, yarın yine arayacaktı. Derken katırını arayan birkaç köylü daha geldi. Onlar için de bulamam diye bir şey yoktu.
Bizim anlamadığımız iki şey vardı: Bütün köylüler aynı sorunla karşı karşıya olduğuna göre, müşterek bir çözüm neden bulunamıyordu? Türkiye sorunlarına neden (müşterek) çözümler bulamıyor, sorusuyla bir bağlantısı var mıydı bunun?
Asıl önemlisi, Kahraman ve öbür köylüler 70 katırın arasında kendi katırını nasıl tanıyabiliyordu, çocuğunu tanır gibi?
Bizim o dağları aşmamızı neredeyse bir kahramanlık gibi karşılayan asıl Kahraman, bizim nevaleden tayınına takviye aldı ve o hırpalayıcı dağlara doğru yoluna koyuldu. Biz de arabalarımıza atlayıp kendi yolumuza.