CHP Kurultayı’nın gösterdiği: Muhalifliğine aşkla bağlı bir parti…

Alper Görmüş

21 Nisan’da kaleme aldığım “CHP Kurultayı” yazısında, Baykal’ın muhalifliğine aşkla bağlı bir genel başkan olduğuna dair inancımı, onunla ilgili daha önce yazdığım bir portreden de faydalanarak şöyle dile getirmiştim:

İktidar istemeyen bir iktidar hırslısı… Çok mu tuhaf geldi? O zaman şöyle diyelim: Yük gerektiren iktidar pozisyonlarını sevmiyor, yük altındakilere laf oturtabilecek alt-iktidar pozisyonlarını seviyor. Bugün de bu tespitimin tümüyle arkasındayım. Bu gidişle Baykal’ın ‘iktidar arzusu’ hiçbir zaman kelimenin hakiki manasıyla ‘iktidar arzusu’ haline gelemeyecek gibi geliyor bana…”

Bu yazıyı kaleme aldığımda, kurultaya altı gün vardı, bugün de üzerinden iki gün geçmiş bulunuyor. Bu kurultay bence en çok, Deniz Baykal’ın ruh halinin bütün partiye sirayet ettiğini göstermesi bakımından önemliydi ve en çok bu açıdan irdelenmesi gerekiyordu.

Yeni Şafak yazarı Kürşat Bumin’in dünkü (28 Mart) yazısı, bu açıdan benzer düşüncelere sahip olduğumuzu gösteriyor. Bumin, “CHP niçin iktidar olmaktan söz etmiyor?” başlıklı yazısında, öncelikle şu tespiti yapıyor:

Bir kongre daha geride kaldı. Dikkat ettiyseniz ,’yaşam boyu genel başkan’ saatler süren kongre konuşmasında hemen her şeye (‘Milli Görüş’e bile, hem de az biraz nostalji ile!) temas etmesine rağmen, ‘iktidara gelmemiz yakındır’ türünden küçük-büyük hemen her siyasi parti kongresinde karşılaşılan bir ‘umut’tan hiç söz etmedi. O hâlâ, CHP’nin yüzde 4.7 oy aldığı yıllardan bugünlere nasıl geldiğini hatırlatıyor.”

Bumin’le devam edeceğiz, fakat önce işaret ettiğim ruh haline ilişkin iki küçük anekdot aktarayım size…

Birincisini, 2002 seçimlerinde Baykal’ın üç “sahne prensi”nden biri olan Yaşar Nuri Öztürk (öbürleri Zülfü Livaneli ve Bayram Meral) anlatmıştı: 2002 seçimlerinden hemen sonra… Seçim her zamanki gibi hüsranla sonuçlanmış… Öztürk, Baykal’a giderek mealen şöyle diyor: “Sayın genel başkan, yarından itibaren öyle bir hazırlığa başlayalım ki, Türk halkı, bunların morali hiç bozulmamış, iktidarı istiyorlar ve hak ediyorlar, desin.”

Baykal’ın cevabı (gene mealen): “Yaşar Bey, sakin olun, biraz oturup dinlenelim ve AKP’nin karşılaşacağı zorlukların altında ezilmesini izlemenin keyfini sürelim.” (Deniz Baykal bu iddiayı tekzip etmedi.)

İkincisini ben televizyonda bizzat dinledim. Aralarında Ertuğrul Özkök’ün de bulunduğu dört gazeteci Baykal’a sorular soruyordu. Özkök, sıra kendisine geldiğinde, Baykal’ın ağzından neden hiç “iktidara geldiğimizde” türünden cümleler duymadıklarını sordu.

Baykal ise cevabında gayet net bir biçimde, bazen muhalefetin iktidardan da önemli bir pozisyon olduğunu, bunu layıkıyla yapan bir partinin ülkeye iktidardan bile faydalı olabileceğini anlattı.

Baykal’a soru soran dört gazeteci gibi ben de çok şaşırmıştım. İlk o zaman anladım işin ciddi olduğunu…

Neden böyle?

Bilmiyorum, başka ülkelerde de benzerleri var mı, ama bu CHP’nin bu açıdan mutlaka incelenmesi, sonuçlar çıkarılması gereken bir fenomen olduğuna hiç kuşkum yok.
Kürşat Bumin yazısında, mesaisini, “neden” sorusunun cevabını aramaktan çok yaptığı tespiti temellendirmeye ayırıyor. Eh, başlangıç için kimsenin elinden daha fazlasının geleceğini, “neden” sorusunun altına girme cesareti göstereceğini hiç tahmin etmiyorum. Düşünsenize, “iktidar istemeyen bir parti”den söz ediyoruz, bir fenomenden… Kolay değil yani “CHP neden iktidar istemiyor?” sorusunun cevabına soyunmak…

Kürşat Bumin’in yazısında benim için önemli olan, CHP’nin de Baykal’la aynı psikoloji içine girmiş bulunduğunu onun da tespit etmesi:

Sizi bilmem ama bana göre CHP’nin ülkedeki ‘yelpaze’ içinde kendisine seçtiği yer, rol ve işlev böyledir. Bu ‘sınırlı ve sorumlu’ rol sadece parti yönetimince kabul görmüş değildir. CHP seçmeni de (bana göre) büyük ölçüde partilerini ‘küçük ama rejimin sigortası’ olarak değerlendirmektedir. Elde birkaç büyük belediye yönetimi olsa fena olmaz tabii ki; ama hepsi bu kadar. Onun dışında işte size ‘devlet protokolu’nda iktidar partisinden hiç de geri kalmayan bir pozisyon ile ‘ana muhalefet’. Hatırlayın: CHP seçmenlerinin yoğun olarak katıldıkları geçen yılın sokak gösterilerinde üzerinde ‘CHP Göreve’ yazılı tek bir pankartla karşılaştık mı? Oysa -yine iyi hatırladığınız gibi- ‘Göreve’ çağrılan başkaları eksik değildi.”

Geçmiş zaman olur ki…

CHP’nin geldiği noktayı, 1992’de hakiki bir sosyal demokrat parti olma yoluna girmiş gibi görünen CHP’yle kıyaslamak biraz hüzün verici olabilir, ama izninizle Şahin Alpay’ın tanıklığına başvurarak yapmak istiyorum bunu…

Şahin Alpay, 26 Nisan tarihli Zaman’da o günleri şöyle anlattı:

9 Eylül 1992’de biraz merak, biraz da heyecanla CHP’nin yeniden açılış kurultayını izlemeye Ankara’ya gittim. Baykal o kurultayda, bana bugün dahi ‘muhteşem’ görünen bir konuşma yaptı. Şöyle diyordu: ‘CHP’yi yeniden tanımlayacağız… Hedef yoksulluk ideolojisi yapmak değil, refah toplumu yaratmaktır… Buradan bütün halka sesleniyorum: Artık Kürt-Türk, Alevi-Sünni kavgası yok. Bundan sonra barış var. CHP bu büyük iddiayı gerçekleştirmeye geliyor. Emekle sermayeyi barıştırmaya geliyor. Doğu ile Batı kültürünü uzlaştırmaya geliyor. İmam Hatip okuluna giden gençle, diskoya giden genci kucaklamaya geliyoruz… Artık CHP devlet partisi olarak değil, toplum ve halk partisi olarak anlaşılmalıdır…’

Birkaç gün sonra Baykal’ı aradım ve (o sıralar düzenleyicileri arasında olduğum) Pera Palas toplantılarında bir konuşma yapmaya davet ettim. Pera konuşması sanki daha da muhteşemdi… Kendi kendime ‘İşte Türkiye’nin liberal sosyal demokrat lideri doğuyor…’ diyordum. Ona şöyle dedim: ‘Deniz Abi, eğer Türkiye’nin çok ihtiyacı olan bu yolda yürüyecek olursan, yarın Türkiye’nin başbakanı olacaksın… Bu yolda sana destek olacak genç ve bilgili bir danışmanlar kadrosu kurmalısın. Bak, İsveç’in 1950’lerdeki efsanevi başbakanı Tage Erlander’in beyin takımı içinden en az iki başbakan çıktı. Sen de Türkiye’ye hizmet edecek güçlü bir siyasi kadro kurmalısın…’

Baykal, bu iş için yeterince genç olmadığıma dair itirazlarıma rağmen, bu kadroyu kurmak üzere beni CHP’ye davet etti. 15 Şubat 1993’te CHP Genel Başkan ve Grup danışmanı ve de Araştırma Merkezi direktörü olarak işe başladım. Fakat görevim, başlamadan bitmişti. Zira rahmetli dostum Uğur Mumcu’nun 24 Ocak 1993’te menfurca katledilmesinden sonra Baykal, bu cinayete gösterilen kitlesel tepkilere bakarak, CHP’nin kendini yenilemeye ihtiyacı olmadığına karar vermişti.”

Yani, “salt laiklikle ben bu işi götürür, iktidar da olurum” inancı…

Ne yanılgı!