Alper Görmüş
Yeni Aktüel dergisi için kaleme aldığım Deniz Baykal portresinde şöyle yazmıştım:
“İnternet forumlarında, sözlüklerde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Deniz Baykal hakkında yazılmış irili ufaklı binlerce değerlendirme okudum. Bunların çok ama çok büyük bir ekseriyeti (kabaca yüzde 90’ı) öfke doluydu, gene hemen hepsi Baykal’ı istifaya çağırıyordu.
“Değerlendirmeler, sahiplerinin siyasi kimlikleri hakkında az çok bilgi veriyordu ama ben başka bir şey daha yaptım: Kimliklerini ‘solcu, sosyal demokrat, laik’ vb. sıfatlarla anabileceğimi düşündüğüm kişilerin başka konularda neler yazdıklarına baktım. Sonuç çok ilginçti: Hepsi Deniz Baykal gibi konuşuyordu. Varsa yoksa Cumhuriyet değerleri elden gidiyor, laiklik elden gidiyor, şeriat geliyor… Birkaç istisna dışında hiçbirinde çağdaş bir solculuğun salt kaba bir laiklik savunuculuğuna indirgenemeyeceğine ilişkin en küçük bir eleştiri dahi yoktu. Hepsi Bekir Coşkun, Emin Çölaşan hayranıydı ve hepsi AK Parti’ye bakınca ‘irtica’dan başka bir şey görmüyordu. O kadar ki, Deniz Baykal, ‘Bu ordu hâlâ ne bekliyor’ diye hayıflanan ‘solcu’ tiyatrocu Ferhan Şensoy’a bile yaranamamıştı: ‘Yakında CHP’yi C, H ve P şeklinde üçe bölerek muradına erecek.’”
İşte bu nedenle Deniz Baykal son yıllarda bana hep, Türkiye’nin çok garip noktalara savrulmuş bulunan “sol ve sosyal demokrat”larının siyasi günahlarının kefaretini ödeyen bir İsa figürü gibi görünüyor. Düşünsenize, bir siyasi parti lideri, asla iktidar şansı bulunmayan bir ideolojiyi ve siyasi programı tam da sizin dile getirdiğiniz cümlelerle ve çok etkili bir belagatla savunuyor… Sonra seçim oluyor ve mukadder sonuç bir kez daha tecelli ediyor… Ve siz, sizin cümlelerinizle siyaset yapan lideri “neden iktidara gelemiyorsun” diye taş yağmuruna tutuyorsunuz…
Benzetmeyi beğenmeyebilir, “sosyal demokratların İsa’sı”nın bu kefareti iktidar hırsı nedeniyle ödediğini, dolayısıyla burada ahlaki bir problemin olduğunu söyleyebilirsiniz; haklısınız fakat işin bu boyutunu şimdilik tartışma dışında tutarak söyledim söyleyeceklerimi.
Deniz Baykal faslını bitirip “Baykal’ın Kurultay’daki rakipleri” faslına geçmeden önce, şu “iktidar arzusu” ile ilgili olarak da bir şeyler söyleme ihtiyacında hissediyorum kendimi. Yukarıda andığım portrede, Baykal’ı “İktidar istemeyen iktidar hırslısı” diye anmış, şöyle demiştim:
“İktidar istemeyen bir iktidar hırslısı… Çok mu tuhaf geldi? O zaman şöyle diyelim: Yük gerektiren iktidar pozisyonlarını sevmiyor, yük altındakilere laf oturtabilecek alt-iktidar pozisyonlarını seviyor.”
Bugün de bu tespitimin tümüyle arkasındayım. Bu gidişle Baykal’ın “iktidar arzusu” hiçbir zaman kelimenin hakiki manasıyla “iktidar arzusu” haline gelemeyecek gibi geliyor bana…
Baykal’ın rakiplerinin farkı?
Bugünkü (21 Nisan) Milliyet’te Devrim Sevimay’ın, Kurultay’da Baykal’ın en önemli rakibi olarak gösterilen eski Grup Başkanvekili Halûk Koç’la gerçekleştirdiği bir söyleşi vardı. Onu okuyunca bir kez daha anlıyorsunuz ki, tıpkı “sol ve sosyal demokrat taban” gibi onun da Baykal’dan farklı bir sözü yoktur, fakat her nasılsa o başkan olduğunda CHP de iktidar olacaktır! İşte buyurun, Sevimay’ın “Sizce niye olmuyor?” sorusuna Koç’un verdiği cevaba:
“Belki hiç ortak akıl aramamamız… Sürekli olarak kendi düşündüğümüzün doğru olduğunu ve bunun herkes tarafından kabul edilmesi gerektiğini beklemeniz… Veya çok haklı tespitlerde dahi bulunurken çok sert ifadeler kullanmanız… ‘Şunu eleştiriyorum, ama çözüm olarak da şunu, şunu getiriyorum’ tarzında bir alternatif sunmamanız… Belki de sürekli genel merkez binasına hapsolmanız…”
Peki, basına, “benim görüşlerimi kamuoyuna taşımıyorsunuz” diye yakınan bir genel başkan adayı, Kurultay’a birkaç gün kala Türkiye’nin en önemli gazetelerinden birinde görüşlerini açıklama fırsatı bulduğu bir tam sayfada Baykal’dan farklı olarak ne önermiş somut olarak? Hiç. Koca bir hiç.
Koç, bugünkü söyleşide partiye Altan Öymen’in yüreklendirmesiyle girdiğini de açıklamış. O Altan Öymen ki, geçen hafta Radikal’de “Baykal’ın rakiplerine ‘farkın ne?’ soruları” soran Hürriyet yazarı Ahmet Hakan’a içerlemiş, “söz veriyor musunuz ki” mealinde serzenişte bulunmuştu.
Halûk Koç’la yapılmış söyleşiyi okuyunca, Ahmet Hakan’ın sorularının ne kadar yerinde olduğunu bir kez daha anladım. Şu türden sorulardı Ahmet Hakan’ın “farkın ne?” soruları:
“BİR Türban konusunda Baykal’dan farklı ne diyorsun? Türban kamusal alana girmeli mi? Girmemeli mi? Eğer yanıtın ‘Girmemeli’ ise… Söyler misin Baykal’dan farkın nerede?
“İKİ Avrupa Birliği konusunda Baykal’dan farklı ne diyorsun? ‘Bizi istemeseler de AB yolundan dönüş yok’ mu diyorsun, yoksa ‘Bu AB de çok oluyor’ mu diyorsun… Eğer ‘Bu AB de çok oluyor’ diyorsan senin Baykal’dan farkın nerede?
(…)
“DOKUZ İlçenin birinde meczupça dini şiirler yazan yaşlı bir kadın için mi tepki verirsin? Yoksa görevdeki generallerin hazırladığı ‘Darbe günlükleri’ için mi? Eğer cevabın ‘Yaşlı kadının şiirleri’ ise, Baykal’dan farkın nerede?”
Aradaki altı maddede de benzer sorular başka başlıklar üzerinden üretilmişti, tahmin edebilirsiniz… Ahmet Hakan’ın sorularını konumuza bağlayalım: Halûk Koç’la yapılmış söyleşiyi bu soruların cevabını bulmak amacıyla okuyan biri için, söyleşinin sonuna geldiğinde onu bekleyen yegâne duygu şu olacaktır: Düş kırıklığı…
Problem tavanda değil, tabanda…
Lütfen yukarıdaki ara başlığı bir kez daha okuyun, çünkü onu genelgeçer ezber doğrultusunda tam tersinden okumuş olabilirsiniz kuşkusunu taşıyorum. Tekrar edeyim, ben CHP’de sorunun “tavan”dan değil, “taban”dan kaynaklandığını düşünüyorum. Anlatmaya çalışayım:
Bir an için Baykal’ın ve CHP yönetiminin partilerini, yüzünü devlete değil halka dönmüş hakiki bir sosyal demokrat partiye dönüştürdüğünü düşünün. Yani, Ahmet Hakan’ın “farkın ne?” sorularına, “hakikaten de farklıymış” dedirten cevaplar veren yeni bir CHP doğmuş olsun… Sizce bu partinin oyu artar mı azalır mı? Bence azalır.
Gene hiç kuşkum yok ki Deniz Baykal da böyle düşünüyor. Tersini düşünse, bir dakika bile durmaz partisini değiştirmek için.
Keza, yeni adayların yeni bir şey söylememelerinin nedeninin de tabandaki bu donmuş ideoloji olduğunu güvenle öne sürebiliriz.
Eh, bir partide farklı bir fikirle, farklı bir programla partinin yönetimine gelme ihtimali yoksa, o zaman da mücadele tüzük numaralarına indirgenir, kozlar orada oynanır.
Biliyor musunuz, CHP Kurultayı’nda “Ben genel başkan adayıyım” diye ortaya çıkmak diye bir şey yok. Siz ancak “aday adayı” olabilirsiniz. CHP’nin eski genel başkanlarından Altan Öymen, bu müşkül işi şöyle anlatmıştı Radikal’de (15 Nisan):
“CHP’de genel başkanın karşısına aday çıkma barajı, ülke seçimlerindeki ‘yüzde 10’ barajından daha yüksek. Son tüzük değişiklikleriyle, bir ‘aday adayı’nın ‘adaylık’ statüsüne geçmesi için, kurultay delegesi sayısının ‘yüzde 20’sinin imzasını alması gerekiyor. Hem de o imzaların, daha önce atılsa bile, kurultay sırasında ve kurultay başkanlık divanı önünde yeniden atılması gerekiyor. (Bugünkü kurultay delegesi sayısı 1213… Adaylık için atılması gereken imza sayısı ise 243). Ayrıca, bir aday adayına imza veren delegenin ikincisine imza atması da yasak…”
İşte sosyal ve demokrat partimizde “sosyo”nun ve demokrasinin hali böyle…