Duygu Ertürk
Oktay Birken… 7 Ağustos 1988 günü İstanbul’da doğmuş. Doğuştan sol eli diğerinden farklı. Bu rahatsızlığın adı henüz tıp literatüründe olmadığı için anlatmak gerekir: Sol eli sadece kemik. Kemiğin üzerinde parmaklar büyümemiş, küçük kalmış.
Neyse… Önemli olan bu değil. Asıl mesele, henüz 19 yaşındaki bir gencin, hepimizinkinden farklı, gelişmemiş parmakları olan eliyle, yani kendisiyle, yani hayatla bu kadar barışık olması. Suratında ufacık bir sivilce ya da gözünde arpacık çıksa sokağa bile çıkmayan bizlerin dünyasında…
Oktay elinin sakatlığı konusunda pek konuşmamış ailesiyle. Sadece küçükken birkaç kez “Anne, ben neden böyle doğdum?” diye sormuş. Annesi çok geçerli bir cevap verememiş. Doktorlar da sorunun çözümünü hatta adını bile bulamayınca vazgeçmiş artık sormaktan. “Babam ben doğduğumda baharatçılık yapıyormuş. Karadeniz’e gidermiş sık sık. Belki Çernobil Faciası’yla ilgisi vardır sakatlığımın” diyebiliyor sadece. “Zaten artık sormaya gerek bile duymuyorum. Sorulacak bir şey yok bence. Benim bir kusurum yok çünkü. Böylesine güçlü hissetmemdeki en önemli rol ailemin. Onlara minnettarım ki, benimle her zaman gurur duydular ve beni hayata sıkıca bağlanmam için desteklediler. Tüm organları yerinde olan bir insan ne yapıyorsa ben de aynısını yapabiliyorum. Ondan daha iyi hem de. İnadına… Beni kıskansın diye…”
Haksız değil. Oktay, küçüklüğünden beri çok aktif bir çocukmuş. Öğretmenleri de hep yaka silkermiş zaten ondan. “Acayip konuşurum kendimi bildim bileli. Öyle böyle değil hem de…”
Neler yapmamış ki, iki eli tutanların yapmaya cesaret bile edemediği… Masa tenisi mesela… Davutpaşa Lisesi Masa Tenisi birincisi… Türkiye Masa Tenisi Şampiyonu’yla oynama şansını bile yakalamış: “Yenildim tabii ama müthiş bir tecrübe oldu benim için. Öyle herkese nasip olmaz.” Basketbol da oynamış… Hiç kimsenin hafife alamayacağı, takdire şayan bir medeni cesaret örneği göstermiş ve lisede basketbol takımı seçmelerine girmiş. Korkmamış mı peki, iki tane sağlam el gerektirdiği düşünülen bir sporu yapmaya aday olmaktan?
“Neden korkacakmışım? Ben buyum. Eğer elim topu tutmama engel olmazsa sorun yoktu ve olmadı. Kazandım seçmeleri.” Söylediğine göre “iki eli de oynamaya amade”lere taş çıkartıyormuş takımda. Ayrıca, okulunun (Aydın Üniversitesi Gümrük İşletmesi bölümünde okuyor) futbol takımında oynuyormuş şu anda.
“Narsistim ben…”
Gelelim aşka… Oktay’ın en uzun ilişkisi 3,5 ay sürmüş. Durum şimdilik pek parlak değil yani. Gerçi yaşı çok küçük daha… Şöyle açıklıyor Oktay aşkı: “Kızlarla ilişkilerimden memnunum. Genellikle tek gecelik ilişkilerim oluyor. Tek geceden fazla süren 10’dan fazla ilişkim oldu.” Neden uzun bir ilişki yerine tek gecelikleri tercih ettiğine gelince, “Narsistim ben. Kendime aşığım ve kendimden fazla kimseyi sevebileceğimi düşünmüyorum” diyor yaşından ve boyundan büyük laflar ederek… “Çok kız tarafından reddedildim. Ama bunu elime bağlamadım hiç. Elim yüzünden reddettiklerini düşünmüyorum. İki eli olan adamlar hiç mi reddedilmiyor yani?”
Gelgelelim, kendi deyişiyle “narsistliğe varacak boyutta” kendini beğenen Oktay’ın bir derdi var. Birçoklarının yapamadığını yapıp, elinin eksikliğini, yaşam sevinci ve sevgisiyle kapatan Oktay, burnunu büyük buluyor ve ameliyat olmayı düşünüyor: “En kısa zamanda burun estetiği yaptıracağım. Rahatsız ediyor ne yapabilirim? Dış görünüşüm çok önemli benim için. Her şey muntazam olmalı. Gördüğün gibi çok da bakımlıyım. Tam bir metroseksüelim diyebilirim yani.” Gerçekten de pek bir bakımlı Oktay… Saçları dağınık olduğu için fotoğraf çektirmeye ikna etmek yaklaşık yarım saat aldı. Nihayet kandırıp fotoğrafları çektikten sonra, bu sefer de burnu eğri gözüktüğü için kullanılmayacak fotoğrafları ayıklamak sürdü en az o kadar…
“O kadar eğlencelidir ki…”
Bolca arkadaş biriktirmiş Oktay. Arkadaşlarına göre Oktay hayatla dalgasını geçiyor. Her şey eğlence odaklı onun için. Eliyle, kendisiyle, dünyayla 7/24 alay etme halinde. Arkadaşı Serhat uzun süredir tanıyor Oktay’ı. Oktay’la çok iyi vakit geçirdiğini söylüyor. “O kadar eğlencelidir ki… Elinin sakatlığını görmüyoruz bile artık. Hissettirmiyor çünkü. Acayip çapkın bir kere. Haftada en az iki gün, iki üç tane kız buluyor. Keyfi yerindeyse ne âlâ! Eliyle alay bile edebilirsiniz. Hiç kırılmaz, hatta kendi bizden çok eğlenir kendisiyle. Ama Play Station oynamaktan nefret ediyorum adamla. Yok böyle bir şey. Yeniyor herkesi. Hem de sadece tek eliyle değil biliyor musun, iki eliyle birden kullanıyor joystick’i. Gece hayatını da çok sever. Sık sık çıkarız. Genelde Taksim, Ortaköy ve Levent civarında takılıyoruz.”
Arkasından bir başka özelliğini de ekliyor Oktay’ın; “Sakın sinirlendirmeyin Oktay’ı. Elinde et yok ya. Bir vuruyor. Yok böyle bir acı…”
O da herkes gibi mutlu sonla biten saadet dolu bir Türk fimi yaşamak istiyor en nihayetinde: “İleride evlenmek istiyorum. Çocuklarım da olsun. Ben de kendi kuracağım şirketin başında olayım, ticaret yapayım.” Şimdiden neler başardığını gördükten sonra, Oktay’ın bu hayalini gerçekleştirmesinin zor olduğu söylenemez. Yani gelecekte Oktay’ı nelerin beklediği belli bile: Güzel bir eş, bahçeli, pembe panjurlu bir ev ve bahçesinde cıvıl cıvıl çocuklar…
Velhasıl, Oktay, seçimini çoktan yapmış. Köşesine çekilip vaktini kendine acıyarak geçirmek ve hayatın akışını izlemek yerine, ortaya çıkıp kalabalıklara karışmayı, hayatı kendi istediği yöne doğru akıtmayı seçmiş. Kendine bu denli güvenebilmek için içinde ne savaşlar verir, beyninden neler geçer, hangi olumsuz duyguları eritir, elbette ondan başkası bilemez.