“AKP’nin oluşum süreci”ne farklı bir bakış




Esra Elmas

AKP kurulduğu günden bu yana sadece yapıp ettikleri dolayısıyla değil “varoluşuyla” da dikkatleri üzerine çeken bir parti oldu. Ülkenin siyasi gündemindeki tartışmalar ilgili ya da ilgisiz, bir noktada ille de AKP ve resmi ideoloji arasında bir krize dönüşme potansiyeli taşıdı ve taşımaya devam ediyor. Ülke içinde gerçek gündemi bu gerilim dışında tartışmak çok kolay değilken duruma “uzaktan” bakanlar için mesele daha da karışık.

Amerika ve Avrupa, Türkiye’deki İslami ve seküler politikaları anlamaya çalışıyor. 11 Eylül sonrası İslami terör paranoyasına karşılık içini rahatlatan ‘Ilımlı İslam ülkesi Türkiye’yi anlamak Amerika ve Avrupa için şimdi daha da önemli. Ümit Cizre’nin editörlüğünü üstlendiği ve İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Kenan Çayır, Başkent Üniversitesi öğretim üyesi Menderes Çınar, Sakarya Üniversitesi Öğretim üyesi Burhanettin Duran, siyaset bilimci Ahmet Yıldiz, Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Ali Resul Usul, Çankaya Üniversitesi öğretim üyesi Ertan Aydın, Kırıkkale Üniversitesi öğretim üyesi İbrahim Dalmış ve yine Ümit Cizre’nin makalelerinden oluşan kitap, bugün gündemi meşgul eden pek çok tartışma konusuna dair önemli tespit ve analizler içeriyor.

28 Şubat ve 11 Eylül

28 Şubat ve 11 Eylül… Ümit Cizre kitabın girişinde bu iki önemli tarihe dikkat çekiyor. ‘28 Şubat Türkiye, 11 Eylül ABD ve Avrupa için birer dönem noktası oldu. Türkiye 28 Şubat’tan sonra kapatılan Refah ve Fazilet Partisi geleneğine karşılık ‘yenilikçiler’i, Amerika ve Avrupa ise 11 Eylül’den sonra İslami terörü karşılık ‘ılımlı İslam modeli’ni tartışmaya başladı.’ Kitap Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ortaya çıkış hikâyesi ve bugün geldiği noktayı bu iki tarihi akılda tutarak düşünmeyi tavsiye ediyor. Ümit Cizre sunuş yazısında bu iki tarihin önemini şu şekilde özetliyor:

“28 Şubat Türkiye’de Siyasal İslam’a karşı yapılan ‘yumuşak’ bir darbeydi ve o dönem akımın meclisteki temsilcisi Refah Partisi (RP), Anayasa Mahkemesi tarafından ‘laikliğe aykırı eylemleri nedeniyle’ kapatıldı. Bu olaydan sonra Milli Görüş’e referansla farklı isimlerle olsa dahi gelenekten kopmayan partilerle siyaset sahnesinde yer alan İslami hareket kendi içinde ‘gelenekçiler’ ve ‘yenilikçiler’ olarak ayrılmaya başladı. Bu ayrım, Fazilet Partisi’nin 2001’de RP ile aynı gerekçeyle kapatılmasının ardından, hareketi iki farklı parti çatısı altında yollarını ayırmaya kadar götürse de, Siyasal İslam’a mesafeli, eleştirel bakan ya da onu zaten değersiz bulan kesimler için çok fazla şey ifade etmiyordu. Kimse bu ayrımın sonucu karşısında çok fazla şaşırmayı beklemiyordu. ‘Gelenekçiler’den oluşan Saadet Partisi ile ‘yenilikçiler’den oluşan Adalet ve Kalkınma Partisi birbirinden çok da farklı görülmüyor, söylemlerinin zaman içinde aynılaşacağı düşünülüyordu. Fakat durum hiç de böyle olmadı. ‘Değişmedim geliştim’ diyerek ve AB’yi hedefleyen politikalarıyla inandırıcılığı tartışılsa da içinden çıktığı geleneğe referansla AKP Türkiye’nin alışık olduğu parti profilinden farklı bir çizgede ilerledi.”

Cizre’ye göre 11 Eylül saldırılarının ardından Amerika başta olmak üzere Avrupa Hıristiyan dünyasını da etkisi altına alan “İslami terör/ İslam Korkusu” her iki kıtanın da Türkiye’ye olan bakış açısını değiştirdi. İslami terör paranoyasına karşı “ılımlı İslam ülkesi” olarak Türkiye, iç rahatlatan bir referans noktası haline gelmeye başladı. İşte bu noktada AKP Türkiye’de olduğu kadar Batı’da da dikkat çekmeye, konuşulmaya başlandı.

Türkiye: Jeopolitik ve askeri önemden güvenlik teminatına…

Bu iki tarihin bir diğer sonucu ise Batı’nın Türkiye algısının değişmesiydi. Soğuk savaş döneminde Türkiye Batı için coğrafi konumu açısından yani askeri anlamda bir önem arz ederken 11 Eylül sonrasında güvenlik açısından yani Batı’da hâkim olan “İslami terör” paranoyasına karşılık iç rahatlatan demokratik ve ılımlı İslam ülkesi olarak bir önem arz etmeye başladı. Yani Batı ‘Türkiye nerede?’ sorusu yerine ‘Türkiye’nin kim(lik)?’ sorunu önemsemeye başladı. Böylece jeopolitik ve askeri bir önem, yerini güvenlik açısından bir öneme bıraktı. Kitaba göre Batı’nın güvenlik mutabakatında Türkiye’deki rejimin sahip olduğu kimliğin üç önemli elementi var:

1) Devletin seküler karakteri
2) Olası radikal İslam taleplerini önleyebilecek gücü olması dolayısıyla ordu
3) AKP ehliyetindeki İslami kimlik (muhafazakâr demokratlık)

Müslüman Demokrat değil “Muhafazakâr Demokrat”

28 Şubat’tan sonra gelenekçiler Saadet Partisi çatısı altında bir araya gelirlerken “yenilikçiler” AKP ile gelenekle aralarına bir “mesafe” koydular. “Muhafazakâr Demokrat” tanımı ile bu dönemde tanıştık. Ümit Cizre makalesinde alışkanlıkların dışında bir tanım olan bu isimlendirmenin tesadüfî olamadığına dikkat çekiyor:

“Bu aynı anda birden fazla şeyi anlatan bir isimlendirme: AKP bu yolla, kurulduğu günden bu yana İslami olanda Şeriat potansiyeli gören rejim için Müslüman yerine muhafazakâr olduklarını, yani rejim için tehlike olmadıklarını anlattı. Yanı sıra ‘muhafazakâr’ kelimesiyle içinden çıktıları hareketin geleneksel tabanına ek olarak merkez sağı da içine alan daha geniş bir kitleye seslendiler. ‘Demokratlık’ ise Batı (AB) ile kuracakları yakın temasın ve reformist yaklaşımlarının habercisiydi.”

Risk Toplumu, Bireysel Politikalar ve İslami hareketin özeleştirisi

Kitap, parti(ler) üzerinden bir siyasal İslam analizi içermenin yanı sıra İslami kimliğin toplumsal olarak içinden geçtiği değişimlere dair de önemli tespitler yapıyor. Bu noktada AKP özelinde yapılan tartışmalar dünyada yaşanan değişim ve gelişmelerle birlikte ele alınmış oluyor.

Muhafazakâr demokratlık ideolojilerin fonksiyonlarının aşındığı ve bireysel politik duruşların önem kazandığı bir konjonktürde anlamlı ve inandırıcılığı yüksek bir yaklaşım olarak ortaya çıkıyor. Bu noktada liderlerin öne çıktığı ve karizmanın sıkça dile getirildiği bir siyasal alanla karşılaşıyoruz.

Kitapta dikkat çeken bir diğer noktayı ise İslami hareketin kendi iç kritiği oluşturuyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji bölümü öğretim üyesi Kenan Çayır’ın makalesinde 28 Şubat’ın ardından İslamcı hareketin kendi iç kritiğinin de bir sonucu olarak “İslamcılıktan Müslümanlığa” evirildiğini ifade ediyor. Buna risk toplumu psikolojisi de eklenince kalabalık ve bu yüzden görünmez riskler arz eden hareketler yerine bireysel ve buna bağlı olarak ön görülebilen / küçük ölçekli riskler tercih edilir hale geliyor.

“Seküler rejim için İslami kimlik bir meşruiyet zeminiydi”

Ümit Cizre kitabın giriş metninde siyasal İslam ve seküler devlet elitleri arasında yaşanan gerilimin nedenlerinden biri olarak Türkiye’de seküler rejim için en önemli meşruiyet zemininin öteki ve premodern olarak isimlendirdikleri İslami kesimin pasivize edilmiş varlığı olduğuna dikkat çekiyor. Premodern ve geri olduğu addedilerek pasivize edilen kesimin “modern” bir söylemle ve hiç de pasif olmayan bir tonda ortaya çıkışı seküler rejim açısından önemli bir zeminin yitirilmesi anlamına geliyor. Yani AKP, seküler elitin resmi tezinin inandırıcılığı açısından bir problem yaratmış oluyor. Gerilim de esasen bu noktadan çıkıyor. Gerilimi aşılmaz kılan noktayı ise Başkent Üniversitesi’nden Doç. Dr. Menderes Çınar ve Sakarya Üniversitesi’nden Doç. Dr. Burhanettin Duran’ın makalesindeki tespit çarpıcı şekilde özetliyor: “Türkiye’de İslamcı kesim hakkındaki genel algı, İslami hareketin ne kadar değişirse değişsin kimliğini tanımlayan özü itibariyle değişmeyeceğine inanıyor.”