Bu bir defile değildir

Kostümleri, moda tasarımcısı ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi programı öğrencisi Mehmet Gülle tarafından tasarlanan ve kurgulanan teatral defile 31 Mayıs 2023’te, santral Enerji Müzesi‘nin, 1 nolu makine dairesinde gerçekleşti. Kostüme özgü bu performans, moda dünyasının kalıplaşmış yapısını ve neyin moda olduğunu dikte etmesini reddederken, kıyafet yaratımına daha sanatsal ve eleştirel bir yaklaşımda bulunuyor. Teatral defilede öğrenci, mezun ve çalışanlar birlikte performans sergiledi.

Boğaziçi Üniversitesi hayvan barınağı neden yıkıldı?

İstanbul Rumeli Hisarı’ndaki Boğaziçi Üniversitesi yerleşkesinde 22 yıldır öğrenciler ve gönüllüler tarafından idare edilirken 26 Mart’ta haber vermeksizin yıkılan ve yerleşke içinde daha küçük bir alana kurulan hayvan barınağının (BUPaws) okuldan tamamen atılmak istendiği iddia ediliyor.

diken.com.tr‘de yayınlanan habere göre, yeni barınağın civardaki konut sakinlerinin şikayet etmesi durumunda barınağın tekrar yerinden edinmesine ve üniversiteden atılmasına yol açabilir.

Okul sınırları içerisinde yer alan ve gönüllüler tarafından idare edilen barınağın bir başka yere taşınması için gönüllüler ve üniversite yönetimi bir yıldır görüşmeler yürütüyordu. Görüşmelerin üniversite yönetimince kesilmesinin ardından barınak, 26 Mart’ta haber vermeksizin yıkıldı. Gönüllülere şiddet uygulandı ve iki öğrenci gözaltına alındı.

HaberVs, şiddete maruz kalan öğrencilerden Korkut Kaşga, Kıvanç Kayar ve gönüllülerden Suzanna Woods ile görüştü. Yıkılan eski barınağı ve eski barınağın yaklaşık beşte biri büyüklüğündeki yeni barınağı görüntüledi.

Barınakta 70 kadar yaşlı ve hasta köpeğin bakımı yapılıyordu. İki köpek taşınma sürecinde öldü. Boğaziçi Üniversitesi Beşiktaş ve Sarıyer ilçeleri sınırında yer alıyordu ancak her iki belediye de köpeklerin taşınmasını üstlenmedi. Bunun üzerinde, bölgeyle ilgisi olayan Üsküdar Belediyesi ekipleri taşınmayı üstlendi. Yıkımın ardından gönüllüler, kritik durumdaki 10 köpeği dışarıdaki bir pansiyona yerleştirdi.

Gönüllülerin barınağa girişine hâlâ izin verilmiyor. Barınağın gönüllü koordinatörü Defne Arsoy’un, Boğaziçi Üniversitesi mezun kartı da iptal edilerek okula girişi yasaklandı.

Boğaziçi’nde imar sesleri

Çok değerli Boğaziçi Üniversitesi yerleşkesinin imara açılması tartışmaları, Prof. Dr. Melih Bulu‘nun Cumhurbaşkanı kararıyla 2 Ocak 2021‘de rektörlüğe atanmasından itibaren hız kazanmış görünüyor. Bulu’dan önce de Prof. Dr. Mehmed Özkan, seçimde oyların yüzde 86’sını alan ancak rektörlük seçimlerinde aday olmayan Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu yerine göreve atanmıştı.

Boğaziçi Üniversitesi’nin de yer aldığı alanın koruma (doğal SİT) statüsünü değiştiren karar, 7 Eylül 2021 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmıştı. Bu kararla üniversite arazisinin 217 bin metrekarelik alanı ‘sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanı’, 205 bin metrekarelik alanı da ‘nitelikli doğal koruma alanı’ olarak tescillenmişti.

Boğaziçi’nde yapılaşma riski taşıyan işlemin durdurulması için üniversite akademisyenleri ve mezunlar, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği (BÜMED) ve Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi dava açmıştı.

İdare Mahkemesi, geçtiğimiz ay içerisinde BÜMED ve akademisyenlerin, üniversitenin yapılaşmaya açılması tehdidine karşı ayrı ayrı açtığı davaları karara bağlayarak arazinin koruma derecesinin düşürülmesini “bilime ayrıkı” buldu ve iptal etti.

Barınak neden yıkıldı?

Boğaziçi Üniversitesi’nin 26 Mart’taki yıkım öncesinde, 16 Mart’ta yayınladığı açıklamaya göre taşınmanın gerekçesi “Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun kararına uygun olarak barınağın, İstanbul’un fethinde hayatını kaybeden ilk askerlerin şehitliğinin bulunduğu Fethi Şehitlik Dergahı’na yakınlığı” idi.

diken.com.tr‘ye göre ise barınağın taşıdığı yer, okula şartlı bağışlanmış bir yer; bağış yapanın şikayetiyle yeniden tahliye edilme ihtimali bulunuyor. Diken aynı haberde, bağış yapan kişinin hukuki süreci başlattığını da iddia ediyor.

Aynı haberde, barınağın taşındığı alana komşu konutlarda oturanların barınaktan şikâyetçi olduğu ve bu rahatsızlıktlarını da üniversite yönetimine ilettikleri  söyleniyor. Habere göre, şikâyet edenlere “biraz sabretmelerini” söyleyen yönetim “tüm köpeklerin yakında gideceğini” söylüyor. Taşınma kararının, barınağı idare eden derneğe ait olduğunu söyleyerek konut sakinlerini barınak gönüllülerine yönlendiriyor.

 

 

 

‘Öldürülmediğimiz şehirler için yürüyoruz’

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü‘nü, Taksim’de düzenleyecekleri Feminist Gece Yürüyüşü ile kutlamak isteyen kadınlar, yürüyüşün Beyoğlu Kaymakamlığınca yasaklanması ve Taksim’e çıkışların polis tarafından engellennesi üzerine Cihangir Caddesi’nde toplantı.

HaberVs kamerası eylem öncesinde ve eylam sırasında Cihangir sokaklarındaydı. “Kadını her gün kendi kalıplarına sokmak isteyen sisteme karşı yürüdüklerini” söyleyen katılımcıların gündeminde LGBTİ+ hakları, deprem ve seçim vardı.

Neden podcast?

2020 Türkiye’de, koronavirüs pandemisinin de etkisiyle podcast yayınlarının hem sayıca hem de nitelik olarak büyük sıçrama yaptığı yıl oldu. Nevşin Mengü, Mirgün Cabas, Can Kozanoğlu, Mehviş Evin, Nilay Örnek, Faruk Eren gibi yıllarca ana akımda çalışan onlarca gazeteci ilk kez bu mecraya adım atarken, bu isimlerin bir kısmı mesleki faaliyetlerine sadece podcast üzerinden devam etmeyi tercih etti.

Hukukçu Akademisyen Özgür Mumcu, Gazeteci Eray Özer ile Yeni Haller podcast dizisini hazırlıyor. Türkiye’nin belli başlı yargı muhabirlerinden Kemal Göktaş ise, başka birçok gazetecinin program ürettiği Kısa Dalga podcast kanalının yayın yönetmenliğini üstleniyor.

Eylül 2018’de Cumhuriyet Vakfı’nın yönetiminin değişmesine kadar Cumhuriyet gazetesinde çalışan Mumcu ve Göktaş, “Neden podcast” sorusunu cevaplamak üzere HaberVesaire Soruyor programının konuğu oldular.

İki gazeteci, podcast’i tercih etmeleri için farklı gerekçeler sıralarken, bir noktada buluşuyor:

“Türkiye’de haber yapmanın, medyada var olmasının zor olduğu bir dönemden geçiyoruz. Birçok insan gibi ben de, büyük bir devrin sona erip dünyada yeni bir devrin başlayacağı bir geçiş döneminde yaşadığımızı hissediyorum. Böyle bir dönemde öne çıkan kavramları ya da bu döneme ruhunu veren olayları, duyguları tartışalım diye yola çıktık” diyor Özgür Mumcu. Mumcu’nun “geçiş dönemi” tespitine katıldığını dile getiren Kemal Göktaş, podcast’in böyle bir dönemde gazetecilik için uygun bir mecra olduğunu söylüyor:

“Nedeni medya ve siyasetin yeni düzeninde aramak gerekir”

“Uzun bir medya tahliline gerek yok ama bizim podcast‘te ne yapmaya çalıştığımızı anlamak için bugün Türkiye’de medyaya ve siyaset düzenine bakmak gerekir: Ana akım medya ortadan kalktı ve bir iktidar basını var. İktidar basının karşısında da yeni ana akımlaşan, zaman zaman ana akım özellikleri gösteren, zaman zaman da alternatif medya özellikleri gösteren yeni medya araçları var. Biz podcast’i gazetecilik yapmak için bir araç olarak düşündük.”

Bir burs kazanarak gittiği Oxford’ta tanıştığı podcast’in bu kadar yaygın bir medya aracı olduğunu İngiltere’de fark ettiğini söyleyen Kemal Göktaş, “Öncelikle kendi araştırma dosyalarımı haberleştirmeyi düşünmüştüm ama sonra bir ekip haline geldik. Hakikaten Türkiye’de bu alanda sanırım ilk olduk. Odağımızda haber var” diyor.

“Podcast, gazetecilere özlediği çalışma ortamını sunuyor”

“Ana akım medya çöktüğü için artık habere yatırım yapılmıyor. Bahsettiğim alternatif medyada da temel amaç daha çok görünür olmak ve onun için daha çok haber girmek. Dolayısıyla araştırmacı gazetecilik ya da haber dosyası hazırlamak için kimse zaman ve para ayıramıyor. Bu olmayınca da gerçek bir habercilik eksikliği ortaya çıkıyor. Olaylar sadece yüzeysel bir biçimde verilebiliyor. Özetle podcast, ihtiyaç duyulan derinlemesine haberciliğe çok uygun bir mecra.”

“Yaptığımız soğuk gazetecilik değil”

“Yaptığımız işe bazıları ‘soğuk gazetecilik’ diyor. Ben katılmıyorum. Çünkü zaman ayırarak, konunun taraflarına ulaşarak, arka plan bilgisi vererek, derinlemesine araştırarak yapılan bir habercilik. Gazetecilik hayatımız boyunca, gündelik haber baskısının olmadığı bir ortamda, bir dosyaya kendimizi verip, bir hafta çalışabileceğimiz bir platform özledik. Kısa Dalga gazetecilere bu imkânı veriyor ve hepsi de gerçekten severek yapıyor.”

“Haber su ise, ortamı sel basmış durumda”

 

Podcast’i, enformasyon bombardımanı altındaki internet sitelerine kıyasla daha dingin ve odaklanmaya daha uygun bir mecra olarak gören Özgür Mumcu, bu mecrada üretmenin teknik olarak YouTube’a göre daha kolay olduğunu ifade ediyor:

“Podcast, dinleyen açısından daha sakin bir liman. Eğer habere ‘su’ dersek, şu anda burayı sel basmış durumda. Selin içinde çar çöp de oluyor, çamur da oluyor. İnternet siteleri yarış halinde, sürekli haber giriyor. Biz de bunun dışına çıkmak istiyoruz. Ya siz de SEO tuzağına düşeceksiniz, içeriğinizi buna göre oluşturup provokatif şekilde kitlenin ilgisini çekmeye çalışacaksınız ya da daha derinlikli, bir meselenin her yönünü anlamaya çalışan bir yayın yapacaksınız, ki bu ikincisini bugünkü ortamda yapmak mümkün değil.”

“Dinleyici profili diğer mecralara kıyasla daha yüksek”

“Biz de bu nedenle podcast’e yöneldik” diye devam ediyor Mumcu:

“Belki dinleyicilerinin de daha bilinçli bir tüketici olduğu bir mecra. Görebildiğim kadarıyla dinleyici profili diğer mecralara kıyasla daha yüksek. Bu durum sizi de disipline ediyor, sıradan iş çıkaramıyorsunuz, çalışmanız gerekiyor. Türkiye’de medyanın genel seviyesine baktığınızda podcast’lerde içerik kalitesinin yüksek olduğunu görüyoruz.”

Program süresini belirlerken “sözle bir meseleyi anlatmak için gereken süreyi” dikkate aldıklarını söyleyen Özgür Mumcu, bir bölümün 40 ile 45 dakika sürdüğünü ama podcast’te sürenin içeriğe göre değişeceğini düşünüyor.

Kemal Göktaş ise haber podcast’lerinin süresi konusunda daha ketum:

“Haber podcast’i 25 dakikayı geçince dikkât dağılıyor”

Kemal Göktaş, Kısa Dalga’daki “Başlık Spot” serisinde gazetecilerle görüşüyor.

“Özgür ile Eray’ın sohbetini dinleyici 45 dakika dinleyebilir ve sıkılmaz. Ama, örneğin bugün yayına verdiğimiz maden dosyasını 30 dakika dinlemez. Çünkü dinleyicinin habere gösterdiği tahammülün daha az olduğun gördük. Denemelerle, dinleyicinin habere dikkat verebilme süresinin 20 ile 25 dakikayı geçmediğini tespit ettik. Ve haber dosyalarında bu süreyi geçmemeye çalışıyoruz. Sohbetler, sanırım daha keyifle dinlendiği için daha uzun olabiliyor. İnsanların, daha seçim aşamasında uzun süreli podcast’leri tercih etmediğini düşünüyorum.”

Kemal Göktaş, Sırrı Süreyya Önder ile gerçekleştirdikleri ve Kısa Dalga’nın yayın hayatında önemli bir yeri olan podcast dizisinin öyküsünü aktarıyor:

“Kayıt 80 dakikaydı ve bunu ikiye bölerek yayınlayabileceğimi düşündüm. Podcast yayıncılığının henüz başındaydık ve bu işi daha iyi bilen bir arkadaşım 20’şer dakikalık dört bölüm yapmamızı önerdi ve çok fazla dinleneceğini iddia etti. Onu dinleyerek dörde böldük ve gerçekten de yayınladığı çarşamba günleri Sırra Süreyya Türkiye’de ‘trend topic’ oldu. Çünkü tek bir başlık altında verseydik, gazetecilik diliyle manşete çıkabilecek birçok ifadesi tek bir başlığın altında kaybolacaktı. Sırrı Süreyya ‘Pehlivan tefrikasına döndürdün‘ diye bana takılmıştı.”

“Röportajı bölerek yayınlamayı ‘etik dışı’ bulan gazeteciler oldu”

Sırrı Süreyya sonuçta bir politikacı ve onun ne söyleyeceğini bir an önce öğrenmek isteyen bir kitle vardı ve bize çok kızdılar. Hatta bazı gazeteciler bunun yanlış olduğunu söylediler. İşi ‘etik değil‘ demeye kadar vardıranlar oldu. Ama podcast de böyle bir yayıncılık türü ve çok da iyi bir sonuç aldık. Ondan sonra da bazı söyleşileri bölerek, her hafta bir bölümünü yayınlayarak ilerledik. Örneğin Etyen Mahçupyan’da da böyle yapmıştık. Kısa Dalga’nın tanınmasında çok etkili oldu bu söyleşi dizisi.”

“İyi podcast dinleme sayılarında da kendini gösteriyor”

Kemal Göktaş “izlemeler göz önüne alındığında haber podcast’lerine haksızlık edildiğini düşünüyor musunuz” sorusunu kısaca “hayır” diye cevaplıyor:

kısa dalga podcast“Batı’yla kıyaslandığında bizdeki dinleme oranlarının çok düşük olduğu gerçek. Podcast yeterince tanınmıyor. Hakikaten, pandemi öncesinde ‘podcast nedir’ sorusunu pek çok insandan işitiyorduk. Yola çıkarken tespit ettiğimiz en büyük eksiklik, Türkiye’de insanların haberin ne olduğuna dair bir fikri olmamaya başlamasıydı. Fakat bizim de içimize sinen, başarılı bulduğumuz işler çok dinleniyor. Dolayısıyla bir haksızlık olmuyor. Aksine, iyi podcast dinleme sayılarında da kendini gösteriyor. Büyük medya kuruluşları da podcast yapmaya başladı ama onların yayını ne ki podcast’i ne olsun? Biz onlardan daha çok dinleniyoruz.”

Podcast mezarlığı

Özgür Mumcu, kısa süre denenip çabuk vazgeçilen işlerin çokluğu nedeniyle podcast dünyasını bir mezarlığa benzetiyor:

“Dünyadaki podcast evreni ile Türkiye’deki arasında çok büyük fark var. Dünyada büyük bir ekonomiye sahip. Televizyonda reklamları dönüyor. Hatta televizyon dizileri, podcast’lerde reklam veriyor. Bizde yeni yeni başladı, emekleme aşamasında. Ama yakın gelecekte Türkiye’de de yurt dışındakine benzer reklam modellerinin podcast’e uygulanmaya başlayacağını sanıyorum. Bir hevesle bu işe girildiğine ve özellikle maddi meselelerden dolayı sebat edilemeyerek vazgeçildiğine çok sık tanık oluyoruz Türkiye’de. Öyle ki ortam podcast mezarlığına dönmüş durumda, dünyada da burada da. Oysa en azından bir yıl boyunca bunun bir maddi getirisinin olmayacağını kabul edip sabırla bu mecrada yer almak gerekiyor ki dinleyici sizi keşfedebilsin.”

Podcast, kültür ve demokrasi

Özgür Mumcu, podcast’in sağladığı özgür yayın ortamının demokrasi mücadelesine katkı vereceğini düşünüyor:

“Avrupa Konseyi’nin kültür ve demokrasi arasında ilişkiyi ele alan bir endeksi var. Kültürel altyapının gelişkin olduğu ülkelerde demokrasinin de yüksek olduğunu görüyoruz. Kültür ve demokrasi arasında doğrudan bir bağlantı var. OECD ve yine Avrupa Konseyi üyesi ülkeleri arasında yapılan araştırmalarda ise Türkiye 2017’de demokraside sondan dördüncü, kültürde ise sonuncu çıkıyor. Biz bir noktadan sonra ‘bir kültür podcast’leri ağı kurabilir miyiz’ diye düşünüyoruz.”

Türkiye gibi medyası çökmüş ülkelerin avantajı, sizi alternatif keşfetmek zorunda bırakması. 

“Tabii bir mecranın da fanatiği olmaya da gerek yok. Şimdi podcast üretiyorsam hayat boyu buna devam edeceğim anlamına gelmiyor. Mühim olan medyanın dijital dönüşümündeki eğilimleri (trend) yakalamak ama bunların esiri de olmamak. İçeriği her zaman ön planda tutarak, bu dönüşümü yakalamak gerekiyor. Türkiye gibi medyası çökmüş, ana akımı ortadan ülkelerin bir avantajı, sizi bu tür yolları keşfetmek zorunda bırakması. Podcast bize geç geldi ama hâlâ bir takım şeylerde öncü bile olabiliriz; ihtiyaç bizim için daha önce doğduğu için ve dünyadaki gelişmeleri de takip ettiğimiz için.”

‘Meğer başımıza tsunami illeti gelecekmiş’

“Biz sadece filmlerde görürüz Tsunami denen illeti, meğer başımıza geleceği varmış”

İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Tunç Soyer, 30 Ekim’de Ege Denizi’nde meydana gelen deprem sonrasında oluşan tsunami‘nin Sığacık‘ta neden olduğu yıkım karşısında yukarıdaki benzetmeyi yapıyordu.

Sadece politikacılar değil, konuyla doğrudan ilgili olması beklenen birçok yer bilimcisi de İzmir depremi sonrasında en çok Seferihisar’ın Sığacık mahallesini vuran deniz yükselmesinin, Cumhuriyet döneminde Türkiye kıyılarında gerçekleşen ilk tsunami olduğunu dile getirdi kameralar karşısında.

Oysa, Türkiye’de tsunami araştırmaları konusunda öncü konumdaki Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) İnşaat Fakültesi Deniz Mühendisliği Araştırma Merkezi‘nin Başkanı Prof. Dr. Ahmet Cevdet Yalçıner‘e göre Türkiye kıyılarında bir çok tsunami yaşanıyor ancak kamu ve bilim insanları, küçük ölçekli olması nedeniyle bu hadiselerin tsunami kaynaklı olmadığını sanıyor:

“Gölde bile tsunami olabilir”

“Türkiye’de küçük ölçekteki tsunamilere isim vermekte zorlanılıyor. Tsunami sadece okyanuslarda değil değil her denizde hatta göllerde de olur. Ege Denizi’ndeki çökme 500 metre derinlikte oldu ve yarım ile 1 metre arasında atıma yani çökmeye neden oldu. Ama Sumatra’da 2 bin 200 metre derinlikte 25 metre, Japonya’da bin 500 metre derinlikte 38 metre atım yaptı. Türkiye’de olan da okyanuslarda olan da tsunamidir, ölçekleri farklıdır.”

Sığacık kıyılarında bir grup bilim insanıyla tsunaminin etkilerini araştırırken, HaberVesaire Soruyor programının ekran konuğu Ahmet Cevdet Yalçıner, Türkiye kıyılarını etkileyen ve akla gelen ilk tsunaminin 1956’da Güney Ege’deki Amargos adasında gerçekleşen 7,7 büyüklüğündeki depremin neden olduğu tsunami olduğunu söylüyor. Ancak Yalçıner göre yakın tarihimizde de birçok tsunami yaşandı:

“Bodrum’de 10’dan fazla tekne battı”

“Ölüm yaşanması, kameralar tarafından kaydedilmesi ve gözler önünde cereyan etmesi nedeniyle Sığacık’ta yaşanan tsunami dikkat çekti. Ama, örneğin Bodrum-Kos Depremi‘nde 20 Temmuz 2017 gecesi, Bodrum’un Gümbet koyunda 10’dan fazla tekne tsunaminin neden olduğu dalgalarla battı. 1999 Marmara Depremi’nde İzmit Körfezi’nde yarımadanın çökmesiyle oluşan dalga da tsunamiydi. Tsunami bir ölçüde göz ardı ediliyor. Sığacık göz ardı etmekten vaz geçmemiz gerektiğini gösterdi. Sığacık’ta yaşananlar sayesinde tsunami, Türkiye’de bilenen bir kelime haline geldi. Farkındalık yarattı.”

Liman dalgası” anlamına gelen tsunami‘nin Japonca “tsu” (liman) ve “nami” (dalga) kelimelerinden oluştuğunu söyleyen Yalçıner bu doğa olayını “deniz tabanında düşey hareketle oluşan dalga” olarak tanımlıyor: “Japonlar bu dalgaya liman dalgası ismini verdi. Çünkü en fazla zarar verdiği limanlardır.”

“1,9 metre yüksekliğinde dalgalara neden oldu”

Yalçıner, Türkiye kıyılarında gerçekleşen bu son tsunaminin gelişimini şöyle aktarıyor:

“Son depremde dalganın gelişi çok hızlı olmadı, 10 dakikalık bir süre içerisinde geldi. Yıkıcı bir dalga değildi. Deniz tabanında yarım metre ile 1 metre arasında çökme oldu. Bu nedenle yıkıcı bir dalga oluşmadı. Ama insan boyunu aşan bir dalga yüksekliğinde (1,9 metre) kıyıda ilerledi. Deniz tabanındaki çökme iki misli olsaydı, kıyıdaki etkisi dört kata kadar artacaktı. Çünkü denizde üssel olarak artan bir enerji birikecekti. Vereceği zarar da üssel olarak artacaktı. Bu nedenle ucuz atlatıldığını düşünüyorum.

ODTÜ Deniz Mühendisliği Araştırma Merkezi’nin yaptığı canlandırmada, 30 Ekim’de Sisam adası açıklarında meydana gelen depremin, deniz tabanında neden olduğu çökme ve çökmeyi takip eden dalgalar görülüyor. Canlandırmadan alınan ekran görüntüsünde mavi renkli bölümler denizin çekilmesini, kırmızılar ise çekilmeyi takip eden dalgaları temsil ediyor. (KAYNAK: ODTÜ)

“Deniz tabanındaki çökme, kıyılarda suyun birkaç dakika içinde çekilmesine neden olur. Kıyı çizgisi geriye çekilir. Denizin geri çekilmesi anormal bir durumdur. Balıkların karada kaldığına tanık oluruz. Çekilen deniz arkadan gelecek ikinci dalganın içine su kütlesi olarak dolar ve kıyılara daha fazla etki edecek biçimde geri gelir ve hasara yol açar. Tsunami bir dalga şeklinde oluşur sonra altı yedi dalgaya bölünür. En önde gelen dalga centilmen dalgadır.

“Denizde uzunluğu 30 kilometre, genişliği 10 kilometrelik bir alan çöktü”

“Deniz tabanındaki çökme nedeniyle dalgalar Sisam adasıyla Sığacık arasında oluştu. O bölgede uzunluğu yaklaşık 30 kilometre, genişliği 10 kilometrelik bir eliptik alan çöktü. Derinliği 0,5 ile 1 metre arasında heterojen bir çökme var. O çökme ile oluşan dalga birkaç dalgaya bölünerek kıyılara ilerledi. Sığacık Körfezi’ne dolan dalgalar dışarıya çıkamadı ve denizin şişmesine neden oldu. Limanın dar ağzından içeriye doldu ve dışarıya çıkamadı. Dalganın adı da buradan geliyor. Limanlarda daha fazla hasara neden oluyor. Suyun limandan dışarıya boşalması 5 saat sürdü.

Sığacık’ın 10 kilometre güneyi Akarca ve kuzeye doğru gittiğinizde Alaçatı’da da dalgaların diğer kıyılara kıyasla daha etkili olduğunu görüyoruz. Alaçatı’da Azmak mevkiinde denizin 1,3 kilometre içeriye girdiğini ölçerek gördük.”

“Tsunami nedenli ilk can kaybı Marmara Depremi’nde olabilir”

Ahmet Cevdet Yalçıner, “Sığacık’ta dalgalara kapılan engelli kadın Türkiye’de tsunami nedeniyle yaşanan ilk can kaybı mı?” sorusunu şöyle yanıtlıyor. “1999’da İzmit Körfezi’nde Ulaşlı kasabasında gece 3’te beş genç kıyıda oturuyordu. Onların oturduğu bölge denize kaydı. O gençler kayıp, bedenlerine ulaşılamadığını biliyoruz. Elimizde bir kanıt yok ancak bir başka vaka olarak elimizde bulunması gerekiyor.

Ankara’dan tsunaminin etkili olduğu kıyı şeridine depremin ertesi günü ulaştıklarını söyleyen Yalçıner, yürüttükleri araştırmanın değer kazanması için hassas ölçümler yapmaya çabaladıklarını dile getiriyor:

“Kaliteli ölçümler yapılmaya çalışıyoruz. Neler yapıyoruz? Tanık görüşlerine başvuruyoruz. Her tsunamide yönelttiğimiz belli sorularımız var. Bir farkındalık analizimiz var. Bu araştırmayı dünyadaki her tsunami için Japonya’daki Tohoku Üniversitesi yürütüyor. Pandemi nedeniyle gelemedikleri için onlar adına İzmir’de biz çalıştık, anketler yaptık.”

Yalçıner yapılan ölçümleri de şöyle sıralıyor:

  • Dalga ne zaman geldi?
  • Dalga geldikten sonra ilk davranışı neydi? Bunun cevabının “çekilme” olduğunu artık biliyoruz.
  • Ne kadar yükselme yaptı?
  • Nelerde akıntı yarattı? Ne tür malzeme sürükledi?
  • Ve nereye kadar ilerledi? İlerleme zonunu çok hassas biçimde ölçüyoruz çünkü baskın haritasını yapacağız.

Yalçıner, bunlara ek olarak tsunami oluşturan ve oluşturacak fay mekanizmasını saptamaya çalışacaklarını söylüyor.

Ege Denizi’nde 30 Ekim’de gerçekleşen tsunami’nin dijital canlandırmasını ilk kez Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi RGB ekranında yayınlanan HaberVesaire Soruyor programında paylaşan Ahmet Cevdet Yalçıner, bu animasyonu, işbirliği yaptıkları Avrupa Birliği’nin acil durum merkezine de gönderdiklerini ifade ediyor. Yalçıner UNESCO Kuzey Doğu Atlantik ve Akdeniz Tsunami Uyarı Sistemi başkalığını da yürütüyor.

 

TikTok nedir, neden bu kadar sevilir?

TikTok nedir

ABD ve Çin arasında gerilime dahi neden olan TikTok, We Are Social’ın 2020 raporuna göre, dünya genelinde 800 milyon kullanıcıyı aştı ve böylelikle kısa bir sürede büyüyen Instagram’ın ünvanını elinden aldı.

Türkiye’ de TikTok en çok kullanılan uygulamalar arasında ilk 10’da yerini alırken, dünyada da Hindistan ve ABD’den sonra uygulamayı en fazla kullanan üçüncü ülke oldu.

Uygulamada yer alan videoları izlemek için TikTok’un kendisini indirmeye gerek kalmıyor. Diğer sosyal medya hesaplarında da paylaşılan TikTok videoları, yine aynı şekilde binlerce görüntülenme sayısına ulaşıyor. Uygulamadan hiç haberi olmayan insanlar dahi bir noktada TikTok videosunu izlemiş oluyor. Bu da platformda ne kadar fazla içerik üretildiğini gözler önüne seriyor.

HaberVs Ekstra ekibinden Tuana Çiftçi TikTok’un nasıl bu kadar hızlı büyüdüğünü ve neden bu kadar sevildiğini araştırdı…

İstanbul Sözleşmesi nedir; kimi, nasıl korur?


Kadına yönelik şiddet, Birleşmiş Milletler tarafından kısaca “Bir kişinin toplumsal cinsiyetine ya da cinsiyetine dayalı olarak, o kişiye yönlendirilmiş şiddet” olarak tanımlanıyor. Kamusal ya da özel alanda gerçekleşmesi farketmeksizin; fiziksel, psikolojik ya da cinsel olarak zarar veren; tehdit, zorlama veya farklı şekillerde özgürlükten mahrum bırakma gibi davranışları kapsıyor. Şiddetin en yaygın biçimlerinden biri olan ve giderek artış gösteren bu şiddet türü, ülkemizde sıklıkla kadın cinayetleriyle gündeme geliyor. Kadın cinayetlerinin yüzde 85’i kocalar, sevgililer, eski eşler, ayrılmak istedikleri sevgililer tarafından işleniyor.

11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi“, kısa adıyla “İstanbul Sözleşmesi“, kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetle mücadeleyi konu alan ve hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge.

İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddetin önlenmesi için mevcut toplumsal cinsiyet anlayışının değişmesi gerektiğini söylüyor. Sözleşmede, kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesi veya kadın ve erkeğin kalıplaşmış rollerine dayalı ön yargıların ortadan kaldırılması isteniyor ve şöyle deniyor: “Taraflar törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların sonlandırılması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır”

Kadına yönelik şiddeti önleme haricinde; mağdurları koruma, suçluların cezalandırılması gibi birçok konuyu kapsıyor İstanbul Sözleşmesi. Ücretsiz telefon yardım hatlarının kurulması, mağdurlara psikolojik ve hukuki yardım sağlanması, sığınma evi tahsis edilmesi, suçun işlenmesine yardımcı olmanın suç olarak sayılması, sözleşmenin istekleri arasında.

Sözleşme gereğince; zorla evlendirme, kadın sünneti, zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırma gibi kasten gerçekleştirilen eylemlerin cezalandırılması için de yasal tedbirlerin alınması gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi’nde yer alan en önemli konulardan biri ise, sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eyleminin gerçekleşmesi sebebiyle başlatılan cezai işlemlerde; kültür, gelenek, din ve “namus” kavramının, bu eylemlerin gerekçesi olarak kabul edilemez olması.

Sözleşme hükümlerinin taraf devletlerce uygulanıp uygulanmadığını denetleme amacıyla, kısaca “GREVIO” olarak bilinen, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Eylem Uzmanlar Grubu (Group of Experts on Action against Violence against Women and Domestic Violence) isimli bir izleme ve denetleme komitesi bulunuyor. GREVIO’nun 2018 raporunda, Türkiye’nin mağdurları koruma konusunda yetersiz kaldığı belirtiliyor. Rapora göre; Türkiye’de kadına yönelik şiddetle mücadeleyi zayıflatan durumlardan biri, kadınlara yüklenen annelik ve bakıcılık gibi geleneksel rollere öncelik verilmesi…

Duygu Kılınç‘ın hazırladığı videoda İstanbul Sözleşmesi konusunda merak ettiğiniz soruların cevaplarını bulacaksınız.

Hasankeyf ve ‘kültürel kanalizasyon’

İnşası yıllar boyunca tartışılmasına rağmen yapımı önlenemeyen ve Yukarı Mezopotamya’da günümüze ulaşan tek Ortaçağ kenti Hasankeyf‘i sular altında bırakan Ilısu Barajı, HaberVesaire Soruyor programında tartışıldı.

Magma Dergisi Yayın Yönetmeni Özcan Yüksek, Hasankeyf Koordinasyonu üyesi Yönetmen Ali Ergül ve Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi Başkanı Yiğit Ozar, Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi ekranı RGB‘de yayınlanan programda HaberVs muhabirlerinin sorularını yanıtladı.

Gerek uzun yıllar yayın yönetmenliğini yaptığı Atlas dergisinde, gerekse Magma dergisinde Hasankeyf’in sesini duyurmak için çabalayan Özcan Yüksek, Ilusu Barajı’nın, Türkiye’de üretilen elektriğin yüzde 1,5’unu karşılama kapasitesi olduğunu, buna karşılık neden olduğu kayıpların ölçülemeyecek kadar büyük olduğunu dile getirdi:

“Hasankeyf’in başına gelenleri tek başına düşünmemeliyiz. Fırat Nehri kıyısındaki Zeugma gibi antik yerleşmeleri de sualtında bırakan Birecik Barajı’nın inşasıyla bir uygarlık kıyımı/kırımı yaşamıştık. Bundan hiç ders almamışız gibi Dicle Nehri‘ni ve Hasankeyf‘i kaybettik. Fırat ve Dicle kutsal kitaplarda bile adı geçen, yazının bulunduğu, uygarlığın ilk ortaya çıktığı, yazının bulunduğu coğrafyayı sınırlayan nehirler ve bu nedenle insanlık tarihi için çok önemli.”

“Kültürel kanalizasyon”

Özcan Yüksek, baraj tartışmalarının gündemde olduğu 2005 yılında Atlas dergisinin İstanbul’dan Batman’a kaldırdığı “Hasankeyf’e Sadakat” treniyle ilgili bir anektodu aktardı:

“Hasankeyf’in imamı, ‘Siz olmadan gençler beni dinlemez’ diyerek etkinliğimize katılmak ve bir konuşmak yapmak istedi. İmam bu konuşmada doğrudan ‘baraj yapılmasın’ demedi. Ama barajın yapılmaması gerektiğine dair görüşlerini masallarla anlattı. Masal, bir şeyi dikte etmeden anlatma yöntemidir. Onun ne dediğini anlarsınız ve ondan ders alırsınız. Size bir şey dayatılmaz. Ben hayatımda, adeta kırlangıç fırtınasına benzeyen, bu kadar arka arkaya ve yoğun masala şahit olmamıştım. Şunu anladım: O coğrafyanın kültüründe bir şeyi dayatmama fikri çok kıymetli. Masallara yansıyan bu anlayışa, daha sonra yöredeki başka yerleşmelerde, örneğin İdlib’de de rastladım. Fakat ne masallarımız, ne entelektüel düşüncemiz ne de siyasi görüşlerimiz Hasankeyf’i kurtaramadı. Bir nehir, göz göre göre bir kanala dönüştü. Ben bunu kültürel bir kanalizasyon olarak yorumluyorum.”

Ilusu Barajı’nda su tutma süreci sonrasında Hasankeyf’in görünümü, (Mayıs 2020). Baraj göletinde biriken atıklar da kolaylıkla seçilebiliyor.

Gölete akıtılan atıklar

Özcan Yüksek’in kurduğu metafor, Ali Ergül tarafından şöyle cevaplandı: “Özcan Yüksek kültürel bir kanalizasyondan bahsetti ancak baraj gölü şu anda biyolojik bir kanalizasyon olarak kullanılıyor. Beş büyük kentin [Batman, Diyarbakır, Siirt, Şırnak ve Mardin] atık suları oraya döküldü ve biyolojik bir arıtma da söz konusu değil. [Sadece katı arıtmaya tabi tutulan bu atıklar Dicle’nin Batman Çayı, Botan Çayı gibi kollarıyla baraj göletinde toplanıyor].”

“Yıkımla ilgili düşüncelerimiz daha naifti; endemik türleri, canlıların yok olacağını düşünüyorduk. Ama baraj göletinde çöp yığınlarının olabileceğini tahmin etmiyorduk.  Yöre insanı suyla ilişkisini koparmamak için nehir kıyısına çadırlar kurarak yaşamaya çalışıyor. Tarihi Hasankeyf suyun yarattığı bir medeniyetti. Ancak Hasankeyf yakınlarında kurulan yeni yerleşmenin [Yeni Hasankeyf] içme suyu yok. Yok edebildikleri bütün alanları yok ettiler. Dicle Vadisi’ni kaybettik.”

“Kalkınma politikası, korumayla ilgili yasaların üstüne çıkıyor”

Arkeolog Yiğit Ozar, Hasankeyf’in sular altında bırakılmasını “Türkiye’de başta anayasa ve yasalar ‘devlet kültür ve tabiat varlıklarını korumakla yükümlüdür‘ der. Ancak bu yasalar ve korumaya yönelik uluslarası sözleşmeler kalkınma, ekonomi ve güvenlik politikaları devreye sokularak her zaman esnetiliyor. Hasankeyf bunun örneklerinden biri. Hasankeyf’in elbette 12 bin yıllık bir geçmişi var. Ancak Yukarı Mezopotamya’da Ortaçağ’dan günümüze bütünlüklü olarak kalabilmiş yegâne yerleşimdi. Dicle Vadisi’yle ve doğayla kurduğu ilişkisiyle çok önemli bir yerleşimdi. Ama bütün bu özgün ilişkiler ve içinde yaşayan çok kültürlü topluluklara rağmen, kalkınma politikası söz konusu olduğunda tüm bunlar bertaraf edilebiliyor ” sözleriyle yorumladı.

“Bölgede kazı yapan meslektaşlarımız Hasankeyf‘in sadece yüzde 10’unun araştırılabildiğini söylüyor. Bu nedenle sular altında kalan kültür varlığının geçmiş için tam olarak ne ifade ettiğini bilemiyoruz. Arkeolojik alanlar, pek çok veri, su tutulan bölgelerin altında ya da moloz biriktirilen yerlerin altında kaldı. Bilim insanların erişemeyeceği koşullarda zaman içinde yok olup gidecekler. Bu bilgileri asla öğrenemeyeceğiz. Hasankeyf’in sular altında kalması bilimsel olarak çok büyük bir kayıp.”

Programın tamamını sayfadaki videoda izleyebilirsiniz.

Bir, Bilgi Üniversitesi Medya Bölümü Communication-Lab (C-Lab) projesi olan HaberVesaire Soruyor 2019-2020 döneminde HaberVesaire muhabirleri Ecem Albayrak, Şevval Yıldırım, Alperen Yılmaz ve Dila Özdoğan tarafından hazırlandı, sunuldu ve İletişim Fakültesi RGB stüdyosundan yayınlandı.

Sokağa çıkma yasağında 23 Nisan kutlamaları

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında başrolü oynayan TBMM’nin açılışının üzerinden 100 yıl geçti. Bu özel günü koronavirüs tedbirleri nedeniyle vatandaşlar evlerinden kutlamak zorunda kaldı. İçişleri Bakanlığı’nın aldığı karar sonucu uygulanan sokağa çıkma yasakları beraberinde farklı kutlama yöntemlerini de getirdi.

Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarını unutmayan vatandaşlar, online törenler ve konserler, balkonlarından okudukları marşlarla günü geçirdi. Akşam dokuzda ise herkes balkonundan, pencerelerinden İstiklâl Marşı ve diğer marşları birlikte söyleyerek 23 Nisan’ı kutladı.

 

Evcil hayvanlar ve koronavirüs

HaberVs Soruyor programının konuğu Veteriner Hekim Beril Günşen Dedecanoğlu, koronavirüs ailesine mensup virüslerin hayvanlara da bulaşabildiğini ancak Covid-19’un hayvanlarda görülen bir tür olmadığını belirtiyor:

“Biz veteriner hekimler, hayvanlarda hastalık oluşturan koronavirüslerle yıllardır iç içeyiz. Ancak ne hayvanlardan bize, ne de bizlerden hayvanlara bulaştığı ispatlanmış değil.”

Veteriner Dedecanoğlu’na göre hayvanlarda bulunan koronavirüs türleri, Covid-19’dan farklı ve insanlardaki gibi solunum güçlüğü, ateş gibi belirtilere neden olmuyor.

Dedecanoğlu, bu dönem içerisinde evdeki hayvanlarımızı dışarı çıkardığımızda çok dikkatli olmamız gerektiğinin altını çiziyor. Veteriner hekim, giysilerimiz virüs taşıyabileceği gibi, hayvanların da tüyleriyle virüs taşıyabileceğini söylüyor. Hayvanların alkol içermeyen, onların derisine uygun şampuanlarla dezenfekte edebileceğini söylüyor.

Evcil hayvan sahipleri için bu dönemin fırsat olduğunu düşünen Dedecanoğlu, patili dostları daha yakından tanımak için bu sürecin çok iyi kullanabileceğini öneriyor: “İnsanlarda olduğu gibi hayvanlarda da stres bağışıklık sistemini etkiliyor, onları mümkün olduğu kadar stresten uzak tutarak bağışıklık sistemlerini güçlü tutabiliriz.”

Dedecanoğlu’na göre yine bu dönemde vitaminlerle evcil hayvanlarımızın bağışıklık sistemine takviye yapabiliriz. Kedi ve köpeklerin senelik aşılarının ise en fazla bir aya kadar ertelenebileceğini ifade ediyor.